27 Ocak 2013 Pazar

Manos Hacidakis'in Kemal'i

[Bu uzun bir yazı. Sabırsızlar ve "fazla lafa karnı toklar" için, şarkının çeşitli yorumları yazının en altında.]



Dünya bir tür "Makro Benjamin Button". Üstelik yaşadığımız çağda, tüm zamanların geri kalanında küçüldüğünden daha fazla küçüldü. Dünyaya geldiğimde zaten radyo, televizyon ve telefonla evimize girecek kadar küçüktü. Ben büyüdükçe o küçüldü, Internet ve akıllı telefonlarla cebimize sığacak hale geldi. Yazıktır; bu kadar erişilebilir bir dünya bile bizi her şeyi yalnız kendi penceremizden görme alışkanlığından kurtaramadı. Talebelik devrimde Le Monde, Le Figaro ve Libération gazetelerini takip etmeye çalışıyorduk. Bu "ithal" gazeteler oldukça pahalıydı ve üstelik neşir tarihinden ancak iki ya da üç gün sonra elimize ulaşabiliyorlardı. Buna rağmen, aramızda para toplayarak aldığımız bu gazeteler sayesinde başka bir ülkedeki insanların gündemini ve düşüncelerini izleyebildiğimiz için mutluyduk.
Bu gazeteler şimdi neredeyse elimizin altında. Bir çoğumuz bir kere bile web sitelerine girip "Fransa'da insanlar ne düşünüyor?" diye sormadık. ["Çocuklardık. Parlak yıldızlardık o zaman." /Meral Özbek - Yeni Türkü - Günebakan] Kaza eseri girdiğimiz yabancı ülke gazetelerinin web sitelerinde de, ancak "Türkiye hakkında ne yazmışlar?" sorusuna takıldık. Oysa o adamın herhangi bir konuda ne düşündüğünden çok, neden öyle düşündüğünü kavramak çok daha geniş bir bakış açısının başlangıcı. Bunu unuttuk. Bu adamlar hangi şarkıları dinler? nelere güler?
[Yukarıdaki sözler, olanak ve kaynakları olduğu halde bunları kullanmayanlara. Ana dilinizden başka dil bilmiyorsanız, dünyayı anlamak için başkalarının yorumlarına gereksinim duyuyorsunuzdur; yukarıdaki içerikten sorumlu tutulamazsınız ama durumunuz "İyi değil! İyi değil!".]
Oysa kültür tek boyutlu olmaz ve siyasi haritadaki sınırlardan pek az etkilenir. Kültürün en zayıf noktası ise dildir. Churchill "Bir milleti yok etmek isterseniz dilinden başlayınız." diyordu çünkü birbirini asgari düzeyde anlayamayan hiç bir topluluğun dağılmamasına olanak yok. Uzaklaştıkça diller başkalaşır, dil başkalaştıkça uzaklık artar. Artık "yeterince uzakta" olduğumuzu düşündüğümüz zaman, bir de bakarız ki bizi bizden başka kimsenin alkışlamadığı bir dünyada kendi kendimize kralcılık oynuyoruz. Bu durum değişmedikçe "kim çekerse oraya sürüklenen milyonlarca tüketicisi olan koca bir pazar" durumundan bir adım ileri gidemeyiz.



Bu kadar laftan sonra, şimdi size soruyorum sayın okur, Manos Hacidakis'i bilir misiniz?
Yanıtınız "evet" ise, Türkiye'de çok küçük bir azınlık içinde olduğunuzu da zaten biliyorsunuzdur. Yüzyıllarca birlikte yaşamış insanların kültürlerinin de ortak olması şaşırtıcı değil ancak bırakın Yunanistan'daki kültürel gelişmeleri, hemen hemen aynı sözlerle konuştuğumuz, dili şarkılı Azerbaycan'daki gündemi bile izlediğimiz pek söylenemez. Bir kaç müzisyenimizin Yunan müzik çevreleriyle ciddi temasları olmuştur; kabul ancak yetersiz. Bir çok Yunanca şarkının "hakkını veren" Türkçe aranjmanları yapıldı ama biliyor musunuz, belki çok daha fazla Türkçe şarkı Yunan diline çevrildi. Çok daha fazlası çevrilebilirdi ancak Yunanlılar da bizim gibi "kendi küçük dünyalarını tüm dünya sanmak" derdinden mustaripler. Yine de bu konudaki yerlerinin bizden ileride olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bizim Manos Baba eşdeğeri müzisyenlerimizin hepsi gerekli çevrelerde iyi biliniyorken, bizim Manos Baba'yı az biliyor olmamız bile bunun bir göstergesi olabilir. İfadelerde birinci çoğul şahıs kullanmak durumundaydım zira bunlar benim için de geçerli; ben de Manos Baba'nın müziği ile "yarı-tesadüfen" tanışma fırsatı bulmuştum.
Başka bir babanın, Jorj Baba'nın (Georges Moustaki) çok sevdiğim "le facteur" şarkısının bestecisinin "Manos Hadzidakis" adında, adından Yunanlı olduğu belli biri tarafından bestelendiğini öğrendiğim gün hem şaşırmış hem de utanmıştım çünkü yıllar boyunca bu şarkıyı "Jorj Baba bestesi" olarak dinlemiş, çalmış, söylemiş ve şarkının öyküsünü de herkese öyle anlatmıştım. "Bu yaşa geldim; ben bunu nasıl bilmem!" kızgınlığının da eşliğinde, artık Hacidakis'i biraz da olsa öğrenmeye mecburdum. En azından belli-başlı eserlerini bilmeli, bence en eğlencelisi olan "şeyleri birbirine bağlama" oyununa yeni malzeme eklemeliydim. Bir sürü vasat müzisyen için olduğu gibi, kabaca 15-20 dakikama mal olacağını tahmin ettiğim bu girişimin, sonraki iki günümü yiyeceğini o anda bilmiyordum. Dinlediğim daha ilk yapıtta sert kayaya çarptığımı anladım ama iş işten geçmiş, bir kaç yapıt daha dinledikten sonra Hadzidakis benim için "Manos Baba" oluvermişti.

Baba'nın her eseri ayrı bir inceleme hak ediyor. Ben "birinci geleneksel" Hacidakis yazım için, besteleri arasında bana en çok hitap eden "Kemal"i seçtim. Yeri gelmişken buradan sesleniyorum:  Sayın eski ve yeni Yeni Türkü üyeleri,  Ezginin Günlüğü üyeleri, Sayın Zülfü Livaneli, Sayın Candan Erçetin, Sayın Sezen Aksu, Sayın Sertab Erener, Sayın Bülent Ortaçgil, Sayın adını anmayı unuttuğum diğerleri: Bu şarkıyı nasıl oldu da ıskaladınız? Üstüne Türkçe söz uydurup söylenen bir çok Yunan şarkısından fazla tutacağı kesin.
Şarkı Albaylar Cuntası döneminde, Manos Baba'nın (d. 1925 ö. 1994) sürgünde olduğu 1967-1974 dönemi ürünü. Özgün sözleri Yunanca ama ilk olarak "New York Rock &Roll Ensemble" ile birlikte, Amerikan dinleyicisi için Amerika'da, İngilizce sözlerle kaydedilmiş. Ben sizin için hem Yunanca, hem İngilizce, hem de başka başka tarzlarda yorumlardan bir seçki yapmaya çalıştım. Hepsini dinleyince hak
vereceksiniz: "Kötü müzik türü" yok, "kötü ezgi" ve "kötü düzenleme" var.
Yunanca bir yorumdan başlamak isterim. Sözler Nikos Gatsos'a ait. O Gatsos ki, 1911'de Yunanistan'da doğup ilk mektebi bitirdikten sonra liseyi Trablus'ta okumuş, sonra Atina'ya yerleşerek üniversitede edebiyat, felsefe ve tarih çalışmış, İngilizce ve Fransızca'yı iyi derecede bilen, Avrupa'daki edebi akımları takip eden, özellikle Lorca'dan olmak üzere, pek çok tiyatro çevirisi yapmış bir şair. Yayınlanmış tek şiir kitabı "Amorgos" 1943 yılında çıkmış ve günümüzde de önemli kabul ediliyor ve "Helen temalar üstüne gerçeküstü" yaklaşımıyla sıklıkla alıntılanıyor. Theodorakis, Hadjidakis ve Xarhakos, şarkı sözü verdiği müzisyenlerin başında geliyor. 1992 yılında aramızdan ayrılan Gatsos, bakalım bu müziği duyunca neler yazmış? Önce özgün metin, sonra İngilizce çevirisi:


Ακούστε τώρα την ιστορία του Κεμάλ
ενός νεαρού πρίγκιπα της Ανατολής
απόγονου του Σεβάχ του Θαλασσινού
που νόμισε ότι μπορούσε ν’ αλλάξει τον κόσμο.
Αλλά πικρές οι βουλές του Αλλάχ
και σκοτεινές οι ψυχές των ανθρώπων…



Στης Ανατολής τα μέρη μια φορά κι έναν καιρό
ήταν άδειο το κεμέρι, μουχλιασμένο το νερό.
Στη Μοσούλη, στη Βασόρα, στην παλιά τη χουρμαδιά
πικραμένα κλαίνε τώρα της ερήμου τα παιδιά.
Κι ένας νέος από σόι και γενιά βασιλική
αγροικάει το μοιρολόι και τραβάει κατά κει.
Τον κοιτάν οι βεδουίνοι με ματιά λυπητερή
κι όρκο στον Αλλάχ τους δίνει πως θ’ αλλάξουν οι καιροί.



Σαν ακούσαν οι αρχόντοι του παιδιού την αφοβιά
ξεκινάν με λύκου δόντι και με λιονταριού προβιά.
Απ’ τον Τίγρη στον Ευφράτη κι απ’ τη γη στον ουρανό
κυνηγάν τον αποστάτη να τον πιάσουν ζωντανό.
Πέφτουν πάνω του τα στίφη σαν ακράτητα σκυλιά
και τον πάνε στο Χαλίφη να του βάλει τη θηλιά.
Μαύρο μέλι, μαύρο γάλα ήπιε ‘κείνο το πρωί
πριν αφήσει στην κρεμάλα τη στερνή του την πνοή.

Με δυο γέρικες καμήλες, μ’ ένα κόκκινο φαρί
στου παράδεισου τις πύλες ο προφήτης καρτερεί.
Πάνε τώρα χέρι-χέρι κι είναι γύρω συννεφιά
μα της Δαμασκού τ’ αστέρι τους κρατούσε συντροφιά.
Σ’ ένα μήνα, σ’ ένα χρόνο βλέπουν μπρος τους τον Αλλάχ
που απ’ τον ψηλό του θρόνο λέει στον άμυαλο Σεβάχ:
Νικημένο μου ξεφτέρι δεν αλλάζουν οι καιροί
με φωτιά και με μαχαίρι πάντα ο κόσμος προχωρεί.

Καληνύχτα Κεμάλ. Αυτός ο κόσμος δε θ’ αλλάξει ποτέ. Καληνύχτα…

-------------------------------

Hear now the story of Kemal
A young prince from the East
A descendant of Sinbad the Sailor,
Who thought he could change the world.
But bitter is the will of Allah,
And dark the souls of men …



Once upon a time in the East,
The coffers are empty, the waters are stagnant.
In Mosul, in Basrah, under an old date-palm,
The children of the desert are bitterly crying.
A young man of ancient and royal race
Overhears their lament and goes to them.
The Bedouins look at him sadly
And he swears by Allah that things will change.



When they learn of the young man’s fearlessness,
The rulers set off with wolf-like teeth and a lion’s mane.
From the Tigris to the Euphrates, in heaven and on earth,
They pursue the renegade to catch him alive.
They pounce on him like uncontrollable hounds,
And take him to the caliph to put the noose around his neck.
Black honey, black milk he drank that morning
Before breathing his last on the gallows.



With two aged camels and a red steed,
At the gates of heaven the prophet awaits.
They walk together among the clouds
With the star of Damascus to keep them company.
After a month, after a year, they find Allah
Who, from his high throne, tells foolish Sinbad:
‘O my vanquished upstart, things never change;
Fire and knives are the only things men know.’*



Goodnight, Kemal. The world will never change. Goodnight…
--------------------------------------------

Artık şarkıyı dinleyelim mi?


Kemal - Savina Yannatou

Yannatou ülkemizde az da olsa bilinen Yunanlı müzisyenlerden. "Nev-i şahsına münhasır" sesi, bizi şarkıdaki masalın içine biraz daha çekiyor. Bu Yunanca versiyona "orijinale en yakın" dersek herhalde yanılmış olmayız.

Hemen ardından bir başka favorim, İngilizce versiyonla Raining Pleasure geliyor. Bunlar da sağlam bir grup. Diğerlerinin yanında, Abba'dan "Dancing Queen" coverları da dinlemeye değer.

İngilizce versiyonun sözleri şöyle:

This is the story of foolish Prince Bass Fiddle and wise Jerry Kemal.
As you remember, last time, the Prince was found without a dime on the Ponce Valdez while Jerry
watched from a tree...

In the land of Ali Baba near the Sea of Babalee,
Lived a man who played the zither with a pronoun on his knee.
He would dance among the fuzzy trees and bring the birds to life
And his name was Prince Bass Fiddle and he loved his ugly wife.

He would sing the songs of Lutvee in his very special way
And he puffed tea with his lumpy head and sleep all night and day.
With his turban and his leicester faced the thieves of Germany
But beware great Prince Bass Fiddle, you´ll be hanging from a tree.

Fifty days and nights they waited for a sign from old Ratan
To pretend to wear the colours of the Emperor Charlie Chan.
So they strolled into the forest with a song and energy
To find bay leaves in the cauldron of the mad witch Betty Lee.

Came the answer from a leaf top that was found upon the ground
"Only time and Prince Bass Fiddle will repair your bellies round.
Search the highlands search the lowlands, cruise the Sea of Babalee,
But remember that your children need the food from filigree."

Then one day in Abalone came a messenger to say
That onion-head Bass Fiddle broke in half no more to play.
Will we lose our land of Lutvee to the bearded men of Cleaves?
Only miracles can save us and some tricks inside our sleeves.

From the sky there was an answer to the question of the plebes
"You will meet a tall dark stranger wearing black and blue cannives.
Who is Lucy, who is Nestor? We should only be there now.
Why it's Aphrodite Milton and his keeper Prince Kemal.




Bu yorumların ardından, parçanın ilk kaydı olan New York Rock&Roll Ensemble yorumunu dinleyelim.


Ve son olarak, adını bilmediğim Yunanlı genç, bakın nasıl mahir çalıyor:



Demek buraya kadar okudunuz ve dinlediniz! Bunca şeyin içinde, aşağıdaki soruların yanıtları yok. Büyük olasılıkla Google'da da yoktur. Ben "çok güzel yanıtlar buldum ama sayfanın kenarında yazacak yeterli yer yok."
1. Şarkıda geçen "Sea of Babalee" nedir, nerededir?
2. Şarkıda geçen "Lutvee" nedir?
3. "Zethar" nasıl bir enstrümandır?



13 Ocak 2013 Pazar

Saatli Maarif: Satori, Beyaz Güvercin, Bugün Pazar

Bugün Saatli Maarif kalabalık. Şarkılar yazının alt kısmında.

Günün Teması: Satori



Vikipedi maddesi: "Satori (悟 Japonca: satori; Çince: wù) sözcüğü uyanıp aydınlanma anlamına gelir; Zen Budizmin temel amaçlarından biridir. Aslında Sakyamuni Buddha'nın Gaya'daki Bodhi ağacı'nın altında aydınlanması olayını anlatmak için kullanılan tam ve aşılamaz aydınlanma (Sanskrit: anuttara-samyak-sambodhi) kavramıyla eş anlamlıdır."

Zen kavramları arasında "satori deneyiminden" söz edilir. İlhan Güngören, "Zen Budizm: Bir Yaşama Sanatı" adlı kitabında Satori'yi, Nazım Hikmet'in "Bugün Pazar" şiirinden örnekliyordu:

Günün Şiiri - 1: Bugün Pazar
"Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım..."
Ben de bu pazar, bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiiri ve üstüne Timur Selçuk bestesiyle örneklemeye çalışacağım:

Günün Şiiri - 2: Beyaz Güvercin

 "Süzülüp mavi göklerden yere doğru
Omuzuma bir beyaz güvercin kondu

Aldım elime, usul usul okşadım
Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım

Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı
Açsam ellerimi birden uçacaktı

Eğildim kulağına; dur, gitme dedim
Hâreli gözlerinden öpmek istedim

Duydum; avuçlarımda sıcaklığını
Duydum; benden yıllarca uzaklığını

Çırpınan kalbini dinledim bir süre
Ve uçmak istedim onunla göklere

Ak güvercinin iri gözleri vardı
Güzelliğinden fışkıran bir pınardı

Soğuk sularından içtim, serinledim
Çağlayan bir nehrin sesini dinledim

Belki buydu sevmek hayat belki buydu
Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu

Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan
Bir nağme yükseldi, güzelden beyazdan

Uzattı sevgiyle pembe gagasını
Birden öğrendim hayatın mânâsını

Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış 
Seninle bir çift güvercin olmak varmış"

Günün Şarkısı - 1: Beyaz Güvercin



Bu pazar günü, bu kadar pazar temasının içinde, Vasilis Tsitsanis ve Yeni Türkü'nün ayrı ayrı seslendirdikleri Bulutlu Pazar / Sinefiasmeni Kriaki şarkısını da günün bonusu olarak ekliyorum:

Günün Şarkısı - 2: Bulutlu Pazar / Sinesfiameni Kiriaki








11 Ocak 2013 Cuma

Saatli Maarif: Haydar Haydar, Haydar Ergülen, Haydari

Günün Teması: Haydar 
Haydar, söylenişi oldukça tok bir söz. "Haydaaar!" diye ünlemek bilhassa zevklidir; evde tek başınıza deneyiniz. İlk anlamı "aslan" (Ar.). TDK sözlüğü bu bağlamda, "cesur, yiğit kimse" anlamında kullanıldığını da belirtiyor. Dördüncü (ya da Şii kaynaklara göre birinci) İslam Halifesi Ali'nin lakabı da Haydar.
Bunların yanında, bu kadar tonlu bir sözcüğün ikincil anlamlarının ortaya çıkması da doğal. Muhtemel bir kavgada kullanmak için el altında tutulan kalın sopalara halk arasında "haydar" adı verilir. İngilizler ve Amerikalılar zaman içinde bu olguyu medeniyete uygun hale getirmeye çalışmış olacaklar ki, kriket ve beysbol isimli iki oyun türetmişler ve  böylece hazır haydar üretimini usa uydurabilmişlerdir. Bu ithal haydarlara "beysbol sopası" adı verilir. Ayrıca bu sözcük "rüzgar" , "yel" anlamında da kullanılır.

Günün Şarkısı: Haydar Haydar

 Bir çoğumuz, sözleri Aşık Sıtkı Baba'dan alınan "Haydar Haydar" türküsünü, 2006 yılında yitirdiğimiz ve ismi Ankara'da bir parka da verilmiş olan sanatçı Ali Ekber Çiçek'ten biliyoruz. Aşağıdaki bu çok temiz yorum ise, müziğin sınırlarını her daim zorlayan sanatçı Hasan Cihat Örter tarafından gitar için düzenlenmiş ve sizi bir kaç dakikalık bir "dünyevi dertlerden arınma" oturumuna çağırıyor.


Günün Şiiri: Eski Yazların Resmi - Haydar Ergülen


senin bir tek resmin var bende
durmuşuz eski bir yazın önünde
sıcak yaz terli duygular eriyen bir aşk
düşündüm de eskitmişiz birbirimizi
o resmin benzersiz mutluluğu inceldikçe.

Günün Yemeği: Haydari



Malzemeler:
Bir miktar süzme yoğurt
Göz kararı rendelenmiş beyaz peynir
Bir diş kadar sarmısak (Esasında "illa bir diş olacak" diye bir şey yok. Kafanıza göre koyun işte)
Bir fiske kadar kuru nane
Buna dereotu koyanlar da var ama ben sevmem, tavsiye de etmem.

Yapılışı:
Derince bir kaseye dökün yoğurdu; üstüne ince rende beyaz peyniri ekleyerek peynir ezilene kadar çatalla bastırarak karıştırın. (Erkekseniz bir yerden mutlaka bir mutfak robotu edinin. Bu tür işlerde son derece yararlı. Biliyorum, fazladan bulaşık çıkıyor ama değer).
Bilahare bu karışıma naneyi de ekleyerek biraz daha karıştırın.
Biraz buzdolabında dinlendirmek iyi olabilir ama rakının yanına gidecekse fark etmez; direkt servis de yapabilirsiniz.

Satrançta Şans Faktörü ve Kazanmanın Yolları

Satrançta Şans Faktörü ve Kazanmanın Yolları

Altın Kural Bir: Usta her zaman şanslıdır.

"Birçok kişi, satrançta şans faktörünün olmadığından söz eder. Bunlar gereksiz sözlerdir çünkü satrançta şans vardır ve çok belirleyici bir unsurdur."


Satrançtaki şans, "şans eseri kazanmak" değil, "şans eseri kaybetmek" şeklinde tecelli eder. Bu husus bir yol idrak edildikten sonra, bahsin geri kalanı hakkında etraflı fikir sahibi olmak hayli kolay olacak.

TDK web sitesine "şans nedir?" diye sual ettiğimizde "Mantıkla açıklanamayan birtakım rastlantısal olayların nedeni olan güç, baht, talih, felek." cevabını alıyoruz. Buradaki anahtar kelam "mantıkla açıklanamayan" ve "rastlantısal". Elbette satrançta - zarla oynanan ve memleketimizde "zartranç" tabir edilen bir satranç varyantı mevcut olsa da - zar yok lakin oyuncular insan. İnsan zaman ve mekanın sınırları kadar hür ve hürriyeti nispetinde hata yapmaya mütemayil.
Esasen biraz tefekkür ettiğimiz vakit, "rastlantısal" vak'aların da mantıkla basit izahları olduğunu lakin bu fasıl izahların, ilim eksikliğinden mütevellit akla tez gelmediğini tespit edeceğimiz aşikar.
Misal, bir tatil beldesinde çok eski bir üniversite arkadaşınıza tesadüf edebilir ve ziyadesiyle şaşırabilirsiniz. Oysa o kişi okuldan arkadaşınız olduğuna göre muhtemelen hem meslektaşınız hem de benzer zevkleriniz var ve aynı tarihlerde tatile çıkmanız da çok şaşırtıcı değil. Ardında yatan ahvalin nazari ve ameli cenahlardan teferruatlı tetkiki neticesi, fevkalade şaşırtıcı intiba arz eden kimi vak'anın, haddizatında ne kadar sarih esbaba sahip olduğu sarahaten müşahade edilebilir.

Satrançta "şans eseri kazanmak", ancak "çok karışık bir varyantın sonuna kadar hesaplanmasının pratikte mümkün olmadığı durumlarda bir hamleyi diğerine tercih edip kazanmak" gibi bir kaç istisnai durum dışında pek görülen şey değil ama "şans eseri kaybetmek" sıkça görülür. Burada altın kural iki geçerlidir:



Altın Kural İki: Sağlam bir adamın satrançta yenildiği görülmemiştir.
Sözün aslı şudur: "Bunca yıldır oynuyoruz, bir sağlam adam yenemedik!"
O koskoca kuvvetli, mahir ve cevval rakibiniz, sizin gibi bir kekliğe durup dururken yenilecek değildir ya! Muhakkak bir nedeni vardır: Karıyla-kocayla kavga edilmiştir, zaten onun dırdırı yüzünden çok içilmiştir, gece uyku yalan olmuştur, kahvaltı edilememiştir,  işe geç kalınmıştır, gaddar patrondan fırça yenilmiştir, mesaiden geç çıkılmıştır, halk otobüsü çamur sıçratmıştır (bu bahane "halk otobüsü" iledir. "belediye otobüsü" versiyonu hiç kayda geçmemiştir) , yorgunluk, sinir, üzüntü, sevinç, doğum günü, cenaze, okul, vize, final, zaten ilaçlar uyku yapıyordur, doktora danışmanını ara ki bulasındır, ah gençlik günleri nerededir, o varyantta çıkan yeniliğin olduğu veritabanı güncellemesi bozuk çıkmıştır (bunun arkaik versiyonu da "Informator'un o sayfası yırtıktı hocam"dır), kan şekeri düşmüştür, gastriti azmıştır, falandır, filandır.
["Satrançta yenilme bahaneleri" bir çok sohbetin konusu olmuştur ve burada incelemek bu yazının boyutlarını aşar. Yine de, gerçekten işe yarayan ve dünya üstünde ses bulduğu andan bu yana refüte edilemeyen tek bahane "Yanlış oynuyorsun, bizi de yanlış oynatıyorsun!"dur. Sadece bu bahane işe yarar. Diğer bahanelerin tümü, salt rakibin egosunu biraz daha şişirir.]
Anlaşıldığı gibi, insan egosu kaybetmeyi kabullenemiyor ve bu olguyu mutlaka başka sözcüklerle ifade ederek gerçekliğiyle yüzleşmekten kaçınmaya çalışıyor. Satranççı egosu hem sizin bu yazıyı okumaya başlama nedeniniz, hem de kazanca giden altın yol. Satranç oyununda kazanmak istiyorsunuz. Egonuz, size zafer kazanmanızı, rakibinizi sefil bir böcek gibi ezip geçmenizi söylüyor. Böylece altın yoldaki altın kapılardan ilkini açan altın anahtara ulaşıyoruz: İnsan psikolojisi.
Bu öğretiden feyz alabilmek için iki suali kendi açınızdan cevaplamanız iktiza ediyor. İşbu suallere verilecek cevaplar, evvela müdafaa-i ruhi-i şahsiniz, saniyen rakiplerin tahlil-i halet-i ruhiyesinde isabet cihetinden bilhassa ehemmiyet arz ediyor:

1. Nasıl biriyim? 
Ne kadar hırslısınız? Çabuk sinirleniyor musunuz? Olaylara nesnel bakabiliyor musunuz? Psikolojik sorunlarınız neler ("Benim psikolojik sorunum yok elhamdülillah" demeyin. Mutlaka vardır da siz bilmiyorsunuzdur.) ? Takıntılarınız var mı? Uğurlu addettiğiniz eşya var mı? Baskı altında karar verirken sık hata yapıyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Saldırganlığa eğilimli misiniz? Kronik bir rahatsızlığınız ya da sürekli kullandığınız ilaçlar var mı? Yaşamınızda mutlu musunuz? Ailenizle ya da başkalarıyla sorunlarınız var mı?
Bu soruları boş bir kağıda teker teker yazıp, altlarına da -dürüstçe- yanıtları yazın. (Ne yazık ki "Olaylara nesnel bakabiliyor musunuz?" sorusuna verilecek "evet" ya da "hayır" yanıtları, aslında sorunun doğru yanıtı hakkında belirleyici ve açıklayıcı olamayacak. Bir düşünün bakalım, neden?)
Yazdıklarınızın bazılarının değiştirilebileceğini veya düzeltilebileceğini, diğerlerinin ise değiştirilemeyeceğini göreceksiniz. Eski bir duaya göre akıl, bu değiştirilebilecek şeylerle değiştirilemeyecek şeyleri birbirinden ayırt edebilme yeteneği.
Düzgün satranç oynayabilmek için kafanın rahat olması gerektiği genel olarak doğrudur. Örneğin o maçı kaybettiğiniz gün gerçekten eşinizle kavga etmiş olabilirsiniz. Bu elbette performansınızı etkileyecektir. Münakaşa potansiyeli olan zamanlarda mümkünse turnuva oynamamak ya da bu süre zarfında tartışma çıkmaması için önlem almak en iyisidir. Bunlar tabii misal kabilinden ve sizin için işe yarayabilecek çözümü de yine sizin kişiliğiniz belirliyor. Vakıa, bu misaldeki aksiliği bertaraf edebilmek için en tesirli yolun da peşinen, hiç evlenmemek olduğu aşikar. Bu da bizi ikinci ve üçüncü suallere getiriyor:

2. Ne istiyorum?
Satrançta kazanmak. Bunu biliyoruz. Ayrıca mutlu bir evlilik? Mutlu bir bekarlık? Bol para? Huzur? Heyecan? Tutku?

3. İstediklerim için neleri feda etmeye hazırım?
Üstteki soruya farazi bir yanıt: "Gasparov gibin şahmat gediş yapam, cebimde çil çil gızıllar ola, arvadımın gözleri hurilere, dudaxları meleklere oxşaya."
Gerçeği bedel belirler: Kasparov gibi satranç oynayabilmek için ne bedel ödemeliyim ve o bedelin karşılığı bende var mı? Örneğin kendime bakıyorum ve yaşımın artık bırak Kasparov'u, GM olmak için bile geç olduğunu düşünüyorum. Benle GM unvanı arasında duran şey yalnız ve yalnız bu düşünce, çünkü böyle düşündüğüm sürece GM olmak için hiç bir çaba sarf etmemeye devam ederim ve gün gelip arkaya baktığımda "düşüncemde haklı olduğumu" görürüm çünkü GM olamamışımdır!
Demek ki bu süreç içinde asıl bedel, düşünceyi değiştirebilmek için ödeniyor. Düşüncemi değiştirsem, düzenli satranç çalışabilmek için yaşamımın geri kalanının neredeyse tamamını feda etmem gerekecekti. Böylece, bu bedeli ödememek için fikrimi değiştirmekten kaçındım ve GM olamıyorum. Üstelik daha Kasparov'da kaldık; isteklerin sonraki bölümlerine geçemedik bile. Satrancın çok zaman istiyor olduğunu düşünmem bağlayıcı. Üstelik, kenardan satranç hakkında ahkam kesmek de en az oynamak kadar zevkli.

Sizin kişiliğiniz, istekleriniz, öncelikleriniz ve bunlar için vermeye hazır olduklarınız/olmadıklarınız mutlaka çok daha değişik olacaktır. İstekleriniz konusunda kendinizle uzlaşın. Dünya şampiyonasının muhayyilenizdeki mevki-i alini muhafazasında zarar yoktur ama evvela hedeflerinize vasıl olmak için kafi zaman ve maddi vasıtaya sahip olduğunuzdan emin olmak kaydıyla. Misal, 50 yaşında bir yandan haftada altı gün mesai yapıp, bir yandan da çocuk büyütüyorsanız, "hafta sonu turnuvasında ilk üçe girip amortiyi kurtarmak" sizin gibi bir zat için makul bir hedef teşkil edebilir, hatta bu hedef yılda bir-iki kez tutabilirse sizi ziyadesiyle mesut eder.
Diğer yandan, varoluş amacı kazanmak olan ve bunun için gerekli vakit, irade ve enerjiye gerçek bir mücadele insanıysanız, bu yazının devamı özellikle sizin için.



Altın Kural Üç: Kendini rakipten ve rakibi kendinden iyi tanımak hedefe uçan ok gibidir.

İnsanlar arasında oynanan satranç tamamen psikoloji üstüne kurulu bir oyundur ve her satranççının, insan doğası hakkında fikir sahibi olması elzemdir -ki kendi eksiklerini kapatabilsin ve rakibinin eksiklerine odaklanarak, onu kaplanın ceylanı devirdiği gibi yere çalabilsin. Karşınızda ruhen çırılçıplak duran bir rakipten daha şanssızı yoktur. O şüphesiz baştan kaybetmiş sayılır, ancak belirli bir sıkıntısı olduğunu bildiğiniz rakibe, masa başında ne yapabilirsiniz de kazanç şanslarını azaltabilirsiniz ki?



Altın Kural Dört: Turnuva satrancı iki aşamalı bir oyundur.

Rekabete dayalı bir çok sair disiplinlere ait müsabakalarda olduğu gibi satrançta da, rakibin belli olması ile karşılaşmanın başlaması arasında bir süre var. Hızlı satranç ya da yıldırım turnuvalarında bu süre dakikalarla sınırlı olabileceği gibi, pek çok durumda sonraki tura ait eşlendirmeler hemen tur sonrasında belli olur ve turnuvada her gün bir tur oynandığını var sayarsak, bu size hazırlık için en az yarım gün verir. Her durumda, maç aslında eşlendirmeler belli olduğu anda başlar. Tur vakti geldiğinde masa başına oturulup siyahlar saati çalıştırdığında hazırlık aşaması sona erer ve vuruşma aşamasına geçilir. İmdi iki hasım için maharetlerini ortaya dökmek ve sefil rakibi satranç tahtasına gömmek zamanı ama devam etmeden önce, hazırlık aşamasını daha yakından inceleyelim.



Altın Kural Beş: Exitus acta probat.

İlk kuralı anımsayalım: "Usta her zaman şanslıdır" ve şansı da büyük ölçüde, eşlendirmelerin belli olmasıyla maçın başlaması arasındaki süreye yayılan hazırlık aşaması belirler. Oyuncularda ekseriyetle bu merhaleye lüzum hasıl olan itinayı göstermeme temayülü müşahade edilir, halbuki bu merhale asgari oyunun kendi kadar, belki daha da ziyade misliyle ehemmiyet arz eder.

Hazırlığı iki ayrı katmanda inceliyoruz:
1. Kısa vadeli hazırlık. Yakın gelecekte (çoğunlukla ertesi sabah) karşılaşılacak rakibi mercek altına alan çalışmaları kapsıyor.
2. Orta ve uzun vadeli hazırlık. Turnuva öncesinde ya da herhangi bir başka zamanda, muhtemel rakiplerle ilgili her türlü bilginin toplanıp sınıflandırılması çalışmalarını kapsıyor.

Günümüzde her şey veritabanlarında. Siz, beyazlarla önünüze gelene Stonewall Atak, Trompovski, Colle ya da Şah-Hint Atak türü "çaya-çorbaya limon" bir açılış repertuvarını dayayıp gül gibi geçinip gidiyor, arada bildiğiniz bir tema denk geldiğinde kuvvetli sayılabilecek oyunculardan yarım ya da bir puanlar koparabiliyor ve teorideki gelişmeler ile rakipleri takip etmiyor olabilirsiniz ancak belirli bir oyun düzeyinin üstünde (hatta altında) hemen herkesin, tüm muhtemel rakiplerini günü gününe takip ettiklerini göreceksiniz. Bilgisayar ve Internet, satrancın romantik tarafını silkeleyip atmış durumda. Önce ajurne tarihe karıştı, akabinde satranç çalışma biçimleri evrildi. Çok değil, daha yirmi yıl kadar önce yapılan hummalı ajurne analizleri de, bir FM'nin bir maçını izleyebilmek için kent içinde yirmi kilometre gidilip dönülen yollar da, hakemden notasyon kağıtlarını alıp ertesi günkü rakibinin açılış repertuvarını kestirmeye çalışarak hazırlık yapmaya uğraşmak da artık tarih oldular. Günümüzde evden hiç çıkmadan satranç çalışmak ve görece kuvvetli oyuncularla kapışmak mümkün. Bu durumun, satrancın içtimai tarafını baltalıyor olduğu aşikar. Heyhat. Yine de bu şerait, istediğimiz oyuncu hakkında hayli teferruatlı havadis cem edebilmemizi de mümkün -ve artık zaruri- kılıyor.
Rakibin mümkün mertebe her şeyini bilmek elzem. Bir üst maddeyle bir arada incelediğimizde, bir çok satranç partisinin sonucunun, aslında ikinci aşamaya geçmeden, henüz hazırlık safhasındayken hemen hemen kesin bir garanti altına alınmasına dair çaba, çalışmanızın eksenini teşkil etmeli. Öyle ki, rakip masada ancak "şans eseri" elinizden kurtulabilsin. Bunun için izleyeceğiniz yöntemler, kişilik yapınıza ve kazanmak için feda edebileceklerinize göre çeşit çeşit olabilir. Orta vadeli hazırlık sırasında mutlaka yapılması gerekenler şunlar: Turnuvaya katılan oyuncuların listesini önceden edinin ve özellikle muhtemel rakiplerinizin oyunlarını inceleyin. Hangi sistemleri seviyor, hangi konumlarda rahat oynuyor, hangi zamanlarda performansı zirveye çıkıyorsa, o zaman ve zeminin zıddını yaratmak için elinizden geleni ardınıza koymayın. Esasen, ideal olarak turnuvaya katılan tüm oyuncuları incelemek güzeldir, ancak pratikte bu her zaman mümkün olamayacağı için, en azından başlangıçta, muhtemel rakiplere hazırlanmak kafidir.
Bu hazırlık sırasında en fazla sorunu sıklıkla açılış değiştiren oyuncular çıkarır. Siz de uzun vadeli hazırlığınız sırasında alternatifli bir açılış repertuvarı hazırlamaya dikkat edin. Bunun yararını kısa ve orta vadeli çalışmalarınızda çok göreceksiniz. Muhtemel rakibiniz belirli bir sisteme sadık bir oyuncuysa, bir çok durumda daha maç başlamadan repertuvarında bulunabilecek bir "delik", size sonucu peşinen garanti edebilir. Elbet bunlar tüm satranççıların yapması gerekenler. Bir de, ancak bazı istidatlı oyuncuların muvaffak olabilecekleri daha ince hazırlıklar vardır ki neticesinde rakip daha ne olduğunu anlayamadan maçı kaybeder; hatta çoğu zaman maçtan sonra dahi, neden ve nasıl kaybettiğini anlamakta güçlük çeker. Bu tür hazırlık yöntemleri kuşaklardır ustadan öğrenciye sözlü olarak aktarılır ve böyle olması en uygunu. Yine de bu yöntemlerin ana hatlarını açıklamakta bir sakınca yok.  Yine bir örnek üstünden gidelim: Zaman içinde fark ettiniz ki, bir rakibiniz maçtan önce kısa bir yürüyüş yaptığında daha iyi sonuçlar elde ediyor. Bu durumda yapmanız gereken, basitçe rakibin o yürüyüşü yapmamasını sağlamaktır. Bu anaç için kullanılan ileri manipülasyon teknikleri var ve bunlar ancak öğrencinin "yola girmeye" uygun olduğu usta tarafından anlaşıldıktan sonra, öğrenciye aktarılır.

Bu yazının içeriği elbette böyle etraflı bir konuyu incelemek için yeterli olmasa da, ana fikri aktarabilmek için yeterli olduğunu umarım. Rakibin şanssızlığının önünü açın, gerisi gelecektir!