20 Şubat 2013 Çarşamba

Müdafaa'nın Çocukları ve Büyük Fikir

Bu yazıda, 1910'ların sonunda İzmir Rumları tarafından söylenen bir şarkı üstünden, tarihte ve günümüzde önemli neticelerini yaşadığımız olaylara, özellikle de bu tarihin az bildiğimiz kısmına, yakın Yunan tarihine göz atacağız.

Türkler ve Yunanlıların uzun bir ortak geçmişi var. Yaklaşık 700 yıl kadar iç içe yaşayan bu iki toplumun müşterek tarihleri I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen nüfus mübadelesiyle son bulmuş. Üstelik bu ölçekte bir nüfus değişimi dünyada ilk [ancak son değil. Bir çok farklı görüş açısına sahip kişilerden taraftar bulduğu gibi karşıt da bulan bu uygulama, II. Dünya Savaşı sonrası Fransız ve Almanlara da örnek oluşturmuş]. Sayılar çok kesin olmamakla beraber, Anadolu'ya göçen -kaba hesapla- 800.000 Türk'e karşılık 1.200.000 Rum Yunanistan'a gönderilmiş. Anadolu'nun nüfusunun o zamanlar 15 milyon ve Yunanistan'ın nüfusunun da 2.500.000 civarında olduğu göz önüne alınırsa bu değiş-tokuşun boyutları hakkında daha açık bir fikre sahip olmak mümkün olabilir. Kişisel görüşüm, kabaca "iyi olmuş" ya da "kötü olmuş" şeklinde dayanaksız bir eleştiriden değil, her şeyde olduğu gibi burada da olayları sonuçlarına bakarak yorumlamaktan yana.
Etkileri günümüze kadar süren "kronik" sorunları anlayabilmek için önce mübadelenin kendine, daha sonra da mübadeleyi "zorunlu" kılan şartları oluşturan tarihe bakmak isterim. Bizim taraftaki tarihi iyi-kötü hepimiz biliyoruz ancak piramit örneğini anımsatmak isterim: Bir piramide aşağıdan bakan biri ancak "bu karedir", tam yandan bakan biri ise "bu üçgendir" diyebilirken, ancak her tarafını görebileceği yerden bakan biri onun bir piramit olduğunu görür.

Öncelikle "bizim taraf": Aşağıda da değineceğimiz gibi, Yunanistan'da ve dış Helenlerde "μεγαλη ιδεα" (megali idea - büyük fikir, Yunanistan topraklarını Helenlerin yaşadığı her yeri kapsayacak şekilde genişletme ve başkenti Konstantiniyye'ye taşıma ülküsü.) 1970'lerin sonuna kadar sürdü. Mübadele gerçekleşmemiş olsa, bu fikre az-çok sempati duyan 1.200.000 kişi Anadolu'da oturmaya devam edecekti ve bu durum genç ve henüz kırılgan Türk bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün önünde devasa bir engel oluşturacaktı. Bu açıdan bakıldığında bizim açımızdan çok isabetli bir karar olduğu sonucu çıkabilir ilk anda ancak başka boyutları da var: Her şeyden önce karşılıklı olarak iki milyon insan evinden-yurdundan edilmiş. İki milyon irili-ufaklı trajedi demek bu. Saniyen, Ortodoks nüfusu neredeyse tamamen dışlayan (mübadelenin yalnız Yunanistan-Türkiye arasında olduğu yaygın bir yanlış kanıdır. Doğrusu, Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan arasında olduğudur) ülkemiz önüne hedef olarak "muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı" koymuş ve yüzünü batıya dönmüşken, bir yandan da içinde ne kadar batılı unsur varsa kendi elleriyle söküp atmış, yüzyıllardır doğu masallarıyla uyutulan görece eğitimsiz bir topluluğa şapka giydirip Latin harfleri öğreterek çağı yakalamaya çalışmaktan başka, kendine çıkar yol bırakmamış. Nitekim doğu-batı çelişkisi Türkiye'de hala ve her geçen gün keskinleşiyor; aradan geçen bir asra yaklaşık zamana rağmen henüz bir senteze ulaşabilmiş değil. Bunların yanında, yüzyıllarca bu zorla göç ettirilen kişiler tarafından görülmüş olan bir çok iş sahipsiz kalmış, memleketimizin halkı bir çok mesleği sıfırdan öğrenmek zorunda kalmış. Bu durum uzun vadede iyi olsa da, kısa ve orta vadede bizi çok zora sokmuş ve zaman kaybettirmiş. Yine de Anadolu'ya gelenler açısından durum o kadar da kötü olmamış. O zamanın standartlarına göre genel olarak "eğitimli" sayılabilecek "muhacirler" etraflarında sevilmiş ve topluma uyum sağlama sorunları çok görülmemiş. Genellikle yaşamlarında başarılı da olmuşlar.

Şimdi "diğer taraf": 2.500.000'luk Yunanistan için yeni gelen 1.200.000 kişi tam bir "felaket" olmuş. Günümüz verileriyle bakacak olursak, elan 72 milyonluk ülkemize 36 milyon kişinin daha gökten düşmüş gibi bir anda eklendiğini düşünebilir ve olayın boyutunu gözümüzün önüne daha net getirebiliriz.  Savaş sonrası zaten parlak durumda olmayan Yunan ekonomisi için bu durum, her iki boğaza bir boğaz daha eklenmesi, kişi başına düşen milli gelirin bir anda yarıya inmesi demekti. Hal böyle olunca, eskiden beri orada oturanlar, bu yeni gelenleri "ekmeklerini ellerinden alan kişiler" olarak görmüş ve "pek sevmemişler". Bir de isim takmışlar onlara: "τουρκος σπορος" (turkos sporos - Türk dölü). Yeni gelenler Ege Makedonya'sına ve daha çok da Pire çevresine yerleştirilmişler. Üstelik her ne kadar Lozan Antlaşması'na göre bu yeni gelenlere, geldikleri yerdeki toprakları kadar toprak verilmesi öngörülmüşse de, ne Yunanistan'da o kadar toprak, ne de yeni gelenlerin başka varlıkları varmış. Pek çoğu, ellerine ne geçirdilerse onunla derme-çatma gecekondular yapıp oralarda yaşamak zorunda kalmışlar. Böylece toplum dışına itilmiş çok büyük bir "rebet" nüfusu oluşmuş. Toplum dışına itilen her topluluk gibi, onlar da alt kültürlerini oluşturmakta gecikmemiş.

İsterseniz şimdi şarkımızı dinleyelim. Şarkının adı "Τα παιδιά της Αμύνης" (Ta paidia tis aminis - Müdafaa'nın Çocukları) 1983 yapımı meşhur "Rembetiko" filmi bu şarkıyla başlıyor. (Bu film, "Fiddler On The Roof" müzikalinin gönlümdeki tahtını devirmeye namzet!)

Rembetiko - Τα παιδιά της Αμύνης

Böyle dinleyince ne kadar güzel, ne kadar neşeli bir şarkı, değil mi!
Sözlerine biraz daha yakından bakalım ve görelim ne kadar tatlıymış...
(İngilizce çeviri bazı yerleri tam karşılamıyor. Ayrıca, komşunun dilini İngiliz'in dili üstünden anlamaya çalışmak saçma; iş yine başa düştü.)

Μια μέρα θα το γράψει η ιστορία
που έδιωξε από την Αθήνα τα θηρία
που έδιωξε βασιλείς και βουλευτάδες
τους ψευταράδες και τους μασκαράδες

Bir gün tarih yazacak
kurtulduğumuzu canavardan 
kurtulduğumuzu krallardan ve politikacılardan
yalancılardan ve maskaralardan.

Και στην Άμυνα εκεί, όλοι οι αξιωματικοί
πολεμάει κι ο Βενιζέλος, που αυτός θα φέρει τέλος
και ο κάθε πατριώτης θα μάς φέρουν την ισότης

Ve Müdafaa'nın başında tüm subaylar var [Müdafaa'yı yazının devamında yakından tanıyacağız.]
ve [tüm bunlara] son verecek Venizelos çarpışıyor.
Tüm vatandaşlarla bize eşitlik getirecekler.

[İyi işte. Kraldan ve yalancı, maskara politikacılardan kurtulmuşlar, ne güzel. Neresi kötü bunun?]

Η Παναγιά που στέκει στο πλευρό μας
δείχνει το δρόμο στο νέο στρατηγό μας
τον ήρωα της εθνικής αμύνης
που πολεμάει και διώχνει τους εχθρούς

Bizim yanımızda duran Meryem
yeni generalimize yol gösteriyor.
Düşmanları kovmak için çarpışan
Milli Müdafaa'nın kahramanı.

Της Αμύνης τα παιδιά διώξανε το βασιλιά
και του δώσαν τα πανιά του για να πάει στη δουλειά του
τον περίδρομο να τρώει με το ξένο του το σόι 

Milli Müdafaa'nın çocukları kralı sürdüler.
Koydular yelkenliye, gitti
başka yerde tıkınmaya ecnebi akrabalarıyla.

Έλα να δεις σπαθιά και γιαταγάνια
που βγάζουν φλόγες και φτάνουν στα ουράνια
Εκεί ψηλά, ψηλά στα σύνορά μας
τρέχει ποτάμι το αίμα του εχθρού

Gel de gör yukarı, gökyüzüne kadar
ateş saçan kılıçlarla yatağanları
orada yukarıda sınırlarımızda
düşmanımızın kanı nehir gibi akar. [Bu "düşmanımız" biz oluyoruz. Ne kadar sevimli, değil mi(!)]

Της Αμύνης τα παιδιά διώξανε το βασιλιά
Της Αμύνης το καπέλο έφερε το Βενιζέλο
Της Αμύνης το σκουφάκι έφερε το Λευτεράκη
Milli Müdafaa'nın çocukları kralı sürdüler.
Müdafaa'nın gururu Venizelos'u getirdiler.
Müdafaa'nın ön cephesinde duruyor Lefterakis [Eleftherios Venizelos]

Bir taraftan baktığımızda bu şarkıyı söyleyen kişilerin duygularıyla, 1974'te Türk ordusu Kıbrıs'a çıktığında orada yaşayan Türklerin hissetmiş olabilecekleri arasında, insani açıdan çok fark olmadığını düşünebiliriz. Oysa gerçekte olan bitenle, sıradan halkın anladığı genellikle farklı şeylerdir. Ortada bir savaş varken kimse çıkıp ulusal çıkarlardan, yayılma emellerinden, iktidar hırsından ve paradan söz etmez. "Vatan aşkına!" denilir ve halk cepheye gönderilir. Bu iş dünyanın hemen her yerinde böyle olduğu gibi, Türkler ve Yunanlılar gibi tez canlı halklar için iki kere böyle.

Yunan Ordusu İzmir'de

Yunanlıların bu şarkıyı söylediği megali idea'nın en gösterişli günlerinde, Anadolu'da "Yunan Türk'ü esir almış. Şu feleğin işine bak!" türküsü söyleniyordu. [Sanki Yunanlılar Anadolu'yu hiç işgal etmemiş ve böyle bir olay yaşanmamış gibi, bu türkü geçmişte "Türk Yunan'ı esir almış" şeklinde de söylendi. Oysa ancak aşağılık karmaşasına sahip kişiler kendi milletinin tarihinden utanır. Tarih utanılacak bir şey değil, öğrenilip ders çıkarılacak bir şey.]

Pekiyi, Yunanlılara bu şarkıları söyleten tarihsel nedenler nelerdi?
30 Ekim 1918'de itilaf devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzaladılar.  [Biliyorum: Mektebi memlekette okuduysanız, ilkokulda bir posta (tarih dersi), ortaokulda bir posta (tarih dersi), lisede bir posta (inkılap tarihi dersi) ve üniversitede de bir posta (inkılap tarihi dersi) olmak üzere toplam dört kere okudunuz bunu ve artık beyniniz şişti ama yazının bütünlüğü açısından lazım; idare edin.] Böylece Osmanlı savaştan çekilmiş oldu ve ülkenin kaderi Sèvres görüşmelerine bırakıldı.
[İşte bundan sonrası pek anlatılmıyor ya da geçiştiriliyor bizde:]
Bu görüşmelerde her delegasyon ayrı telden çalıyordu. İtalya 1915 Londra Antlaşması ile karşı tarafa geçerken, Oniki Ada ve "eğer Osmanlı bölünürse" Antalya civarına kadar, varsayımsal olarak İzmir'i de kapsayacak şekilde toprak sözü almıştı ve buna dayanarak "İzmir ve civarı doğal olarak bizim!" tezini savunuyordu. Ancak 1915 yılında daha sonra, İngiliz dışişleri bakanı Edward Grey, Eleftherios Venizelos'a da, İzmir'i de içine alacak şekilde, "Anadolu kıyılarında geniş bir toprak parçası" vaat etmekte bir sakınca görmemişti!
Bölgede geniş yatırımları bulunan Fransa, -İzmir de dahil olmak üzere- Türkiye'nin toprak bütünlüğünden yana tavır koydu. İngilizler her zamanki gibi  kaşıklarını yanlarında taşıyorlardı. Bu durumdan kurtulabilmek için İzmir'in özel bir yönetime bağlanması fikrini ortaya attılar. İtalyanlar bu toprak parçasının kendilerine verilmesi konusunda ısrarcı davrandılar ve bölge kontrolünün Yunanlılara verilmesi konuşulurken yorum yapmayı reddettiler. Ancak daha sonra Venizelos taraftarları "Amanin! Bu Türk çeteleri oradaki Helenleri kesecek!" minvalinde çok yoğun bir propaganda kampanyası başlattılar ve diğer ülkeler de "oradaki Rum halkı kurtarmak için" geçici bir Yunan işgaline razı oldular. Böylece 1919-1922 arası İzmir Yunan işgali altında, fakat resmi olarak "özel idareye bağlı" kaldı ve hiç bir zaman Yunanistan'ın parçası olmadı. Yine de bu durum, Venizelos'un ne kadar "kurt" politikacı olduğu hakkında bir fikir vermeye yeter. Venizelos'u -ve dolayıyla Yunan halkı ve Rumları- bu günlere hangi olaylar getirmişti?



Yunanistan 1912-1913 Balkan Savaşları'ndan galip çıkınca topraklarını neredeyse ikiye katlamıştı fakat bir yandan da kendini çok zor bir uluslararası durumun içinde bulmuştu. Yunan işgali altındaki Oniki Ada'nın durumu belirsizliğini koruyor ve Osmanlı adalar üstünde hak iddia ediyordu. İkinci Balkan Harbi'nde yendikleri Bulgaristan da Sırbistan ve Yunanistan'a karşı intikam planları yapıyordu. Sırbistan ve Yunanistan arasında, bir Bulgar saldırısına karşı askeri ittifak antlaşması vardı ancak tehlike beklemedikleri yerden geldi: Ağustos 1914'te Arşidük Franz Ferdinand suikaste kurban gidince Avusturya-Macaristan, Sırbistan'a savaş ilan etti ve böylece I. Dünya Savaşı da patlak vermiş oldu.

Yunanistan da, Bulgaristan gibi savaşın başında tarafsız kaldı ancak savaşan taraflardan her ikisi de Yunanistan'ın kendi saflarında savaşa katılması için sürekli bastırıyordu. Tam bir İngiliz taraftarı olan Venizelos savaşa itilaf devletlerinin yanında girmeyi savunuyordu.  Öte yandan eğitimini Almanya'da yapmış ve Kayzer'İn kızkardeşiyle evli, Prusya militarizmi hayranı Kral Konstantin I, savaşı Almanların kazanmasını bekliyordu ve İngilizlerin donanmasına karşı duramayacaklarını bildiğinden, Almanya'nın yanında savaşa girilmese bile, tarafsız kalma yanlısıydı.

1915 yılında İngilizler, başlayacak olan Çanakkale Savaşı'na katılması karşılığında Yunanistan'a Anadolu'dan büyükçe bir toprak sözü verdiler. Bu fikri Venizelos destekledi ancak Kral ile fikir ayrılığına düşünce 21 Şubat 1915'te istifasını verdi. Mayıs 1915 seçimlerini yine Venizelos'un Liberal Parti'si kazanınca, hükümeti kurma görevi yine ona verildi. Eylül 1915'te Bulgaristan, Sırbistan'a karşı harekete geçince, Venizelos da karşı saldırı emri verdi ve İngiliz ve Fransız kuvvetlerini Sırbistan'a yardım etmek için Selanik'te üslenmeye çağırdı. Vakıa, müttefikler 22 Eylül 1915'te Selanik'e çıktı. Bunun üzerine Kral anayasaya aykırı şekilde, Venizelos'u görevden aldı ve parlamentoyu dağıttı. Bu anayasa ihlali, kralcılarla Venizelosçuların arasını ciddi biçimde açtı ve Liberal Parti Aralık ayındaki seçimleri boykot etti. Aynı ayda Fransızlar, Sırp ordusundan arta kalanların Selanik'e gitmek için bekledikleri Korfu Adası'nı Venizelos'un izniyle işgal etti.

Bütün bu olayların neticesinde, bir grup önde gelen liberal tarafından Selanik'te gizlice "Milli Müdafaa Devrimci Heyeti" kuruldu. Bu grup Venizelos'un liderliğini kabul etti ve Yunan ordusundaki subaylarla Girit Jandarmalarına yanaşmaya başladı.
Sonraki yıla geldiğimizde, resmi "Kralcı" hükumetler ülkenin tarafsızlığını korumaya uğraştılar ancak Mayıs ayının ortalarında Atina Merkezli resmi hükumet, hayati önemi olan Rupel Kalesi'ni Almanlara teslim etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine itilaf devletleri yanlısı Venizelosçular sıkıyönetim ilan ederek ülkenin kuzeyini Kralın idaresinden pratikte koparmayı başardılar. Ağustos ayında Bulgarlar Makedonya'ya girdiler ve Atina hükumeti çok fazla direniş göstermeyince rahatça ilerlemeye başladılar.  Bunun sonucunda 6000 Yunan askeri teslim alındı ve esir olarak Almanya'ya gönderildi. Çok büyük zorluklarla alınan toprakların böyle kolayca elden çıkmış olması Yunan halkında infial yarattı. Bu sıralarda Nisan ayında Sırp Kralı'nın Selanikte bir sürgünde krallık hükumeti kurması, bu kentte 120.000 Sırp askerinin bulunması ve İtilaf Devletlerinin Selanik'te bir Sırp bölgesi oluşturma tehdidi, halkı Selanik'in büsbütün elden çıkacağı yönünde endişeye sevk etti.

17 Ağustos'ta Devrimci Heyetin Venizelosçu subayları, Venizelos'un kendinin karşı çıkmasına rağmen ayaklandılar ve Selanik'in kontrolünü ele geçirdiler. Venizelos da Girit'ten, Ege Adaları üstünden Selanik'e geçti ve vardığında Devrimci Heyet, iktidarı Venizelos'a devretti. 16 Eylül'de Venizelos bir hükumet kurdu ve böylece "Milli Müdafaa" iktidara gelmiş oldu. Ülkenin bölünmüşlüğü dokuz ay sürdü. 15 Haziran 1917'de, Venizelos verdiği bir ultimatomla Kralı, yerini ikinci oğlu Aleksandros'a bırakarak ülkeyi terk etmeye zorladı ve Kral ailesinin geri kalanını da yanına alarak İsviçre'ye gitti. Bunun üzerine Venizelos Atina'ya döndü ve Yunanistan hükumetinin başına geçti.

İşte şarkıdaki Milli Müdafaa'nın öyküsü kısaca(!) böyle.

Adı "Milli Müdafaa". Selanik'te kurulmuş. Gizli. Monarşi karşıtı. Merkezi bir hükumetin varlığına karşılık, başkent dışında bir yerde kendi hükumetini kuruyor ve başarılı olarak Kralı sürgüne yolluyor.
Tanıdık geldi mi?

Yazıyı, şarkının Yorgos Dalaras yorumuyla noktalıyorum:




19 Şubat 2013 Salı

Muhsin Bey


"Ağlamakla,inlemekle ömrüm gelip geçiyor.
Devası yok, garip gönlüm günden güne, ah, eriyor".
Muhsin Bey: '87 yapımı kült Yavuz Turgul melodramı.

Türk sinema tarihinin yüz akı, göz bebeği.
Muhsin Kanadıkırık'tan  Ali Nazik'e, şarkıcı Sevda hanım'dan Osman Cavcı'ya, Laz Nurettin'den kumarbaz Şakir'e, Türk Rambo'su Sönmez Yıkılmaz'dan ev sahibesi 'madam'a itüm karakterlerin dantela gibi işlendiği, ilmik ilmik örüldüğü başyapıt.


Muhsin Bey - Jenerik

Bir İstanbul beyefendisinin -Muhsin Kanadıkırık'ın- kalitesizliğe, yozluğa, çürümüşlüğe karşi mücadelesi, iyiye-doğruya-güzele tutunma çabasıdır. Sanat Musikisidir. Çiçekleridir.
İncedir Kanadıkırık; konuşur onlarla sanki duyarmışlarcasına. XIX. yy.sonu - XX.yy başı İstanbul evlerinin birer birer yıkılışına karşı dik duruşudur. Yardımseverliliği, iyi yürekliliğidir.
''Hayal içinde akıp geçti ömr-ü derbederim'' eşliğinde çiçek sulayışıdır... Ali Nazik'e yardım eli uzatışıdır...

Beckett Bey

Neden?.. Muhsin Kanadıkırık, Urfa'da düğünlerde türkü söyleyen, garsonluk eden, genç, cahil ve tek hedefi türkücü olmak olan birine neden yardım eder? Tüm güçlüklere rağmen hem de. Filmde "Birileri kurtulurken, birileri feda mı edilir?" sorusuna cevap aranır aslında. Diyalektik metodla herşey dengelenir.. Tüm zıtlıklar iç içe ve bir bütün olarak sergilenir..

Bir yanda:
Üsküdar'dan ev alıp, musiki ses sanatçısı Afitap Hanım'ı düşkünler evinden çıkarmayı, tekrar tespih yapıp eski arkadaşlarla toplanarak fasıl geçmeyi hayal eden: Muhsin Bey.

Öte yanda:
İpek göğnek alıp altın zincir takmayı, sadece kendine kebap yapacak olan bir kebapçı açmayı, bir araba alıp ("Şahin"), bir sürü karıyı koynuna almayı hayal eden: Ali Nazik.

Yükseklik korkularıdır aslında yegane ortak yanları... Dam tepesinde, ip üzerinde yaşamla ölüm arasındaki senkronize adımlarıdır ortak yanları. Düşmemek için birbirine kavuşan elleri...
Kırsal kesimden göç sonrası İstanbul'un halini görürüz Muhsin Bey'de. Hızla değişen ve yozlaşan sosyal-kültürel yaşantısını görürüz. Umut tacirlerine, pavyon-gazino
kültürüne tanıklık ederiz. Ev sahibesi Beyoğlu Ermenisi 'madam'ın şahsında İstanbul'u terk eylemeye hazırlanan azınlıkları görürüz. Etnik renkliliğin solduğunu... Müziğin alt yapısını oluşturan değerlerin unutulmaya başlamasını görür, -arabesk-in sektörleşip, ticaret ve sanat hayatının yozlaşmasına tanık oluruz. Muhsin Bey tüm bunlarla mücadele eden bir masal kahramanıdır aslında... Ütopyadır..
Ali Nazik'e kaset çıkarma mücadelesinde sürekli çuvallamasına rağmen ''Hep denedin, hep yenildin. Bir daha dene, bir daha yenil. Daha iyi yenil!'' türünden bir Beckett'çi felsefeyle tekrar tekrar dener. Acı çekerek, her seferinde bir öncekinden daha fazla ödün vererek... ama tutunarak, tutunmaya devam ederek hayata...

Doğan Apartmanı - Yavuz Turgul daha sonra da bu apartmandan vazgeçemeyecek ve "Eşkiya" filminin final sahnesini de bu apartmanın terasında çekecektir. 

Muhsin bey, "Doğan apartmanı"dır, müzisyenler kahvehanesidir -cebinden kefen parası çıkmayan müzisyenlerin kahvesi-. Vurdulu-kırdılı Türk filmi furyasıdır, Türk Rambo'sudur Muhsin bey. Komşuluk ilişkileridir. Sesi kötü, ağzı bozuk, platonik aşkı Sevda Hanım'dır Muhsin Bey. Tekleyen arabadır. Tekleyen arabayı itmemek için sağa-sola kaçışan mahallenin çocuklarıdır Muhsin bey... Mahallemizin apartmanında, mahallemizin çocuklarıdır.. Yitip giden bir hayattır Muhsin bey.. Kaybedendir.. Uğruna hapis yattığı Ali Nazik'i 3.sınıf bir pavyonda arabesk söylerken gören gözleri-dinleyen kulaklarıdır Muhsin Bey...

- Ağam kendimi kurtarmam gerekiyordu.
- Kurtardın mı bari?

Sonunda teklemeden çalışan araba ve o arabaya binen platonik aşkı -Sevda'sı- ile yol alır gider Muhsin Bey... Belki de kaybetmemiştir; kim bilir?

"Ağlamakla,inlemekle ömrüm gelip geçiyor.
Devası yok, garip gönlüm, günden güne, ah, eriyor."

© Uğur Ayrancı / 2013

17 Şubat 2013 Pazar

"Darısı Başınıza" ile Eleanor Rigby'nin ne ilgisi var?

Eleanor Rigby, Beatles'ın en sevilen şarkılarından biri ve diğer parçalarına göre sözleri oldukça düzgün sayılabilecek bir eser. Bu blogu takip eden birinin bu şarkıyı bilmemesi çok düşük olasılık. O zaman bu yazıda ne işi var? İzah edeceğim. İsterseniz şarkıyı anımsayalım.

Beatles - Eleanor Rigby


Bu şarkının çok bilinir olmasına istinaden bir değişiklik yapalım ve şarkı sözlerinin hepsini değil, yalnız ilk satırlarını okuyalım:

"Eleanor Rigby
picks up the rice in the church
where a wedding has been."

Tarihsel dönemlere göre üç tür evlilik olduğundan söz ediliyor:
1. İlk çağlarda, erkeğin kadını saçlarından sürükleyerek mağarasına götürmesi şeklinde gelişen evlilik.
2. Kadının başlık parası karşılığı satıldığı evlilik.
3. Günümüzde pek çok yerde görülen "çağdaş evlilik", "aşk evliliği"
İngilizce "Wed" sözcüğünün eski İngilizce'de, evliliği garanti etmek için kız daha küçük yaştayken babasına verilen başlık parası (bir nevi kaparo - ön ödemeli kampanya) anlamına geldiği notunu da düşelim.

Eleanor müzmin bekar. "Kısmet bekleyen" bir "uzatmalı kız" olarak gelinin attığı pirinçlerden topluyor.
Pekiyi, pirinç atma geleneği ne kadar eskidir dersiniz? Google'da yapacağınız hızlı bir araştırma sonucu muhtemelen bu adetin Roma döneminden kalma olduğunu bulacaksınız oysa bu gelenek muhtemelen yazının bulunmasından bile daha eskiye dayanıyor. Aynen pirinç atma şeklinde Hindistan'da da görüldüğü gibi, bizde de darı (mısır) taneleri savurma şeklinde görülüyor ve "darısı başınıza" sözü de buradan geliyor. Zaman içinde bir çok yerde bu gelenek evrilmiş ve günümüzde gelin çiçeği ve gelin çiçeği teli etrafında dönüyor. Eskiden Avrupa'da görüldüğü haliyle pirinç atmanın amacı kötü ruhları doyurmak ve böylece avantalarını alan ruhların yeni evlilere musallat olmalarının önüne geçmek. Ayrıca çok taneli pirinç ve mısırın bereket ile üremeyi sembolize ettiğini de biliyoruz.

Yeni evlilerin üstüne pirinç savrulurken

Hem Hindistan'da hem de Avrupa'da neredeyse aynı şekliyle görüldüğüne göre bu geleneğin ortak kökünün en az Proto-Hint-Avrupa dili kadar eski olduğunu söylemek mümkün. Pekiyi, eski ya da geleneklerini hala koruyan şimdiki Türk topluluklarında da böyle bir uygulama var mı acaba?
Hakas Türkleri ve Şamanizm üstüne etnografik ve sosyolojik çalışmalarıyla tanınan ünlü araştırmacı Timur Davletov, bu sorumuza şöyle yanıt veriyor:
"Putperestlik insanlık tarihi kadar eski ve dünya üstünde yaşamış tüm topluluklarda görülmüş. Şaman düğünlerinde pirinç atma şeklinde bir uygulamaya rastlanmaz ancak orada da etraftaki ruhlar için "saçı" yapılır. Arakayı/rakıyı ve yemeği çevreye saçı ederken "seek seek" denilir ve böylece çevredeki ruhların beslendiği kabul edilir. Sunuda bulunulurken iyi ya da kötü ruh ayrımı yapılmaz. Hepsi yaxşidir."

Kore'de bir şaman sunusu: Arak ve et

Bazı ülkelerin, kentlerin hatta semtlerin kedileri daha şanslıdır. Örneğin ülke olarak Mısır'ın, kent olarak İzmir'in, semt olarak da Cihangir'in. Bu kediler asla aç kalmazlar ve genellikle çöpten buldukları artıklarla değil, sevdikleri mamalarla beslenirler. Dünyanın her yerinde insanlar evleniyor ancak görünen o ki, Sibirya'da yaşayanlar, ruhlar arasında en şanslı olanları!

10 Şubat 2013 Pazar

Azerice - Türkçe Anlam Farklarından Kaynaklanan İlginç Olaylar


2011 Eurovision Şarkı Yarışması'nda birinci olan Eldar & Nigar ikilisi. Nigar Cemal'in elinde Türk bayrağı var.


Türkiye ve Azerbaycan için "Bir millet - iki devlet" denilir. "Türkik diller arasında Azerice, Türkiye Türkçe'sinin en yakın akrabasıdır" dersek herhalde kabahat işlemiş olmayız. Her iki dilin sözcük dağarcıkları büyük oranda örtüşür. S.S.C.B. yönetiminde kalmış Kuzey Azerbaycan'da çok fazla Rusça sözcük gündelik yaşama girmişken, İran topraklarında kalan Güney Azerbaycan'da da Farsça ağırlığını hissettirir.


Azerice şarkı gibi, şiir gibi bir dildir. Ayrıca Azerice, bu dili ilk kez duyan bir Türkiye Türk'ünde ister-istemez bir gülümseme uyandırır.

S.S.C.B. dağılır, iki ülke insanları bir araya gelir; hikayeler başlar:

Olay I

Not: Rusça'da "Huy" (хуй) "çük" demek ve bu sözcük Azerice tarafından da ödünç alınmış durumda.

 Büyük bir Azeri ailenin bireylerinin bir kısmı Anadolu'da, diğer kısmı Azerbaycan'da yaşıyorlar. S.S.C.B. kurulunca ilişkiler kopuyor, birbirlerinden haber alamaz hale geliyorlar. Glasnost, perestroika derken aile bireyleri yeniden bir araya gelme olanağı buluyor ve ilk fırsatta büyük bir aile yemeği düzenliyorlar.
Yemekte adet olduğu üzere herkes sırayla kalkıyor, kısa bir konuşma yapıyor ve şerefe kadeh kaldırıyor.

Sıra, ailenin Anadolu ayağından bir bireye geldiğinde adam ayağa kalkıyor, masadakileri teker teker selamlıyor ve kısa bir kaç övgü sözü ediyor. Sıra Azerbaycan tarafından gelen Mehmet'e geldiğinde:
"Bugün sizlerle beraber olmaktan çok mutluyum. Bir tek eksik hissediyorum: Ah, şu Mehmet'teki huy bende olsa!"

Not: "bardak" Azerice'de "fahişe" demek. (Rusça бардак = genelev. Ayrıca bkz: bordello, bkz: brothel)
Not: "x" harfi, Azeri yazımında "kh" sesinin karşılığıdır.

Olay II

1990'lı yıllarda bir Türk bakan Azerbaycan'a resmi ziyarette bulunur. Gezi, inceleme, görüşme derken onuruna verilen yemeğe katılır. Yemekten sonra çay gelir ancak çay fincandadır ve bu durum bakanın zevkine uymaz. Sorar:
- "Yahu ince belli bardak yok mu? İnce belli bardak getirseydiniz..."
Azeriler diplomatik bir sessizlikle konuyu geçiştirmeye çalışır ancak bakan ısrarlıdır:
- "Ne yani? Koskoca Azerbaycan'da bir tane bile ince belli bardak bulunmuyor mu? Rica ederim, ince belli bir bardak getirin."
Susarak kurtulamayacaklarını anlayan Azerilerden biri bakanın kulağına eğilir ve fısıltıyla:
- "Möhterem nazırım" der, "Azadlıq Meydanı'nda çoxtur!"

Olay III

Not: "başa düşmek" = "anlamak"

Bir baba-oğul, işleri vesilesiyle Bakü'ye giderler. İşlerini hallederler ve akşam otele dönerken yanlarına bir şişe viski alıp odalarına çıkarlar. Bir de bakarlar ki; odada bardak yok. Resepsiyonu ararlar:
- "Bize iki bardak, bir kova da buz!"
Hattın öbür ucundaki resepsiyonist telaşlanır: "Bardak olmaz! Bardak olmaz!"
Bizimkiler ısrar eder ama netice alamazlar. "Buz da kalsın o zaman!" diyerek telefonu kapatırlar ve viskiyi mecburen şişeden içerler. Sabah otelden çıkarken aynı resepsiyonistle karşılaşırlar ve adam sorar:
-"Müellim, bardağı başa düşmüşem de, buzu ne edecektiniz?"

Azerbaycan Müziğinin babalarından Reşid Behbudov - "Küçelere su serpmişem"

Olay IV

Not: "düşmek" = "inmek"

Azerbaycan Hava Yolları Pilot anonsu:
"Teyyaremiz birazdan düşecek!"

Olay V

Not: Türkçe "bekar" = Azerice "subay"
Not: Azerice "tapmak" = Türkçe "bulmak"

Bir Türk subayı, Bakü uçağında yanına oturan Azeri neferle sohbete başlar ve yekten:
- "Ben subayım!"
- "Müellim, az sebret. Bakıya az qaldı. Oradan taparıq!"

Olay VI

Not: Azerice "çalmak" = Türkçe argo "saksofon çalmak /  sakso yapmak"
Türk, Azeri arkadaşına: "Eve varınca beni çaldır!"

[Diğer sitemizi de ziyaret edin: Piknik Satrancı]

Olay VII

Not: Azerice "pezevenk" = Türkçe "iş adamı"
Not: Azerice "kerhane" = Türkçe "iş yeri"

Azeri bir iş adamı, genç bir Türk kızıyla sohbet etmektedir. Kız, adamın ne iş yaptığını sorar, adam da yanıtlar:
- "Men pezevengem! Menim Azerbaycan'da kerhanem vardır!".

Olay VIII

Not: Azerice "Dayan!" = Türkçe "Dur!"

Bir Türk erkek ile Azeri kız karakolluk olurlar. Kız, adamın kendine tecavüz girişiminde bulunduğunu söylemektedir. Türk erkek ifade verir:
- " 'Dayan!' dedi, dayandım. Sonra bağırmaya başladı."

Olay IX

Not: "yarak" çok eski bir Türkçe sözcüktür ve "alet, gereç, donanım, silah" anlamlarına gelir. İlk kez Orhun Yazıtları'nda rastlanmıştır.

Azeri-Ermeni savaşı günlerindeyiz. Bir televizyon muhabiri Bakü sokaklarında halkla röportaj yapmaktadır. Orta yaşlı bir beyi çevirip sorar:
"Türkiye'den bir isteğiniz var mı? Ne istiyorsunuz?"
Adam: "Yaraq istiriq. Daha ne isticiq?"