Yazmaya hala elim varmıyor ama, Georges Moustaki 23 Mayıs 2013 günü gökyüzündeki yeşil çayırlara gitti. O gün benim bildiğim dünya da perdelerini kapattı, yerini başka ve bana yabancı bir dünyaya bırakarak bitti.
Jorj Baba -ya da sevenlerinin sıkça çağırdığı şekliyle "Jo"- beni tanımayan tek dostumdu.
Bir gün anneme "Acaba Jorj Baba, burada -Ankara'da- böyle bir evde oturan, benim gibi bir hayranı olduğunu biliyor mudur? Bir gün tanışmak, söyleşmek isterdim." dediğimde annem "Bazan olduğu gibi kalması daha iyidir. Tanırsın ve bir de bakarsın ki hiç beklediğin gibi biri değil. Hayal kırıklığına uğrarsın." demişti. Bu konuşmanın üstünden yıllar geçtikten sonra bir gün, Baba'nın Ankara'da konser vereceğini öğrendim. Gittim o konsere. Gittim ve elim varıp Baba'nın kulis kapısını çalamadım annemin yıllar önce söylediklerinin korkusundan.
Daha önce Jorj Baba'yla ilgili epey yazmıştım; onları tekrarlamayacağım. Dünya büyük bir şair, iyi bir besteci, güzel bir şarkıcı, yetenekli bir müzisyen, iflah olmaz bir anarşist ve yeri dolmaz bir insan kaybetti. Ben 19 yaşımdan beri şiirlerini okuduğum, şarkılarını söylediğim bir ağabeyimi kaybettim.
Tek tesellim... hiç bir tesellimin olmaması.
Benden adam olmaz. İnsan işi - gücü savsaklamak istemeyegörsün; elinden her şey gelir.
Geçenlerde "Dünyanın tüm Rebetleri" şarkısını dinliyordum. Vamvarakis'in nefis bir şarkısı. Döngüye almışım; altta çalıyor ben başka iş yapıyorum. Derken, bir an için dikkatim şarkının sözlerine kaydı:
"Όλοι οι ρεμπέτες του ντουνιά
εμένα μ’ αγαπούνε
μόλις θα μ’ αντικρίσουνε
θυσία θα γενούνε"
"θυσία θα γενούνε" dilimize "kurban olayım" diye çevrilebilir. İlgimi çeken, aslında bir sürü şeyi bildiğimiz halde, üstünde fazlaca düşünmediğimiz için, bilmiyormuş olduğumuzu sandığımız durumu idi. θυσία "fisiya" diye okunabilir. Buradan aklıma Yahudi "İyd-i Edha"sı Hamursuz Bayramı'nın gelmesini nedense normal karşıladım. "Bu bildiğimiz Fısıh yahu!" dedim. İyi işte, fısıh. Oradan oraya geçmiş. İşine baksana be adam! Yook! Kurban çok ciddi ve çok eski bir kavram. Sözcüğü kim nereden aldıysa, kavramı da aynı kaynaktan edinmiştir. Bundan önemli iş olur mu!
Önce bildiğim yerlere baktım: Vikileksiko "Eski Yunanca" deyip geçmiş. Eğer "fısıh" gerçekten Yunanca kökenli ise, Yahudiler bu kavramı büyük olasılıkla Yunan Eli'nden öğrenmişler demektir. "Kurban" kavramı hemen her inançta bir şekilde vardır. Mutlaka insan ya da hayvan sunmak şeklinde olmayabilir. Tahıldan içkiye kadar her şey "kurban" olabilir. Öte yandan, kültürlerin birbiriyle etkileşmesi de çok normaldir. Özellikle bir inanç sisteminden söz ediyorsak, inanca kaynaklık etmiş dilin, inancı daha sonra benimsemiş toplumların kullandığı dile etki etmiş etmesi çok daha normaldir. Bakın, ezan Türkçe okundu, tutmadı. Arapçası yer etmiş çünkü.
Biraz daha araştırdığımda İbranice "Pesah Korban" ifadesini gördüm ve artık tatmin olmuştum: Burada "çifte anlamlandırma" tabir ettiğimiz durum var. "Kara sevda" gibi ("Sevda" zaten Arapça "kara" demek. "Hacer-ül Esved" bir ışık yaktı mı?).
Aslını bilmediğimiz kavramları dilimize alınca böyle şeyler oluyor. Belli ki, İbranilerin başına da aynı şey gelmiş: Kavramı alıp çifte anlamlandırmışlar. Bu durum, "fısıh" sözcüğünün Yunanca olduğuna beni ikna etmeye yeter. Demek ki neymiş? İbraniler bu kavramı -dolaylı ya da dolaysız olarak- Yunanlılardan ödünç almış. Pekiyi, Kutsal Kitap'ta kocaman "Çıkış" diye bir bölüm olduğuna göre, akılda tek soru kalıyor: "İbraniler bu kavramı Yunanlılardan doğrudan mı öğrendi, yoksa Mısır üstünden mi? Öyle ya: Yunanlılar ile Mısırlılar arasında bir sürü ilişki olduğu biliniyor (Ah Thales, ah!)". Eski Mısır'da "kurban" karşılığı olarak -kurban çeşidini de niteleyen- çok sözcük varmış, ancak hiç biri "fisiya"ya benzemiyor.
Şimdi biri bana "İbraniler gerçekten bir ara Mısır'da bulunmuş bir topluluktur" dese, çok ciddi şüphelenirim. On gün önce ise "Aç, 'Çıkış`ı oku!" derdim.
Bu yazı uzar ama, benden adam olmaz! Önce beni bu naçar vaziyete gark eden şarkıyı, sonra da şimdi dinliyor olduğum şarkıyı ekleyerek "Gelen görüşlere dek!" diyelim.
Bu rehberden azami yarar sağlamanız için öncelikle satranç oyununun kurallarını bilmenizde fayda var. Bu bir satranç yazısı olmadığından biz bu kurallara girmeyeceğiz. Siz yine de güvendiğiniz bir kişiden bu kuralları mutlaka sorup öğrenin. Özellikle "geçerken alma" ve rok kurallarını doğru anladığınıza emin olun. Aman dikkat edin, anlatan kişi bu yazıyı okumamış olsun!
Satranç blöfçüsü olmak bir yandan kolay, diğer yandan çok zordur çünkü satranç bir çok açıdan futbola benzer. Maçın herhangi bir anında tahtaya (ya da sahaya) baktığınızda kimin atak yaptığını ve kimin savunma durumunda olduğunu anlamak çoğu kez kolaydır (çoğu kez!) ancak gözünüzün önünde olup bitenin bütün inceliklerini anlamak epey deneyim ister. Ayrıca, bir yorumcu olaya "Aha topu dikip vurdular gol oldu." şeklinde yaklaşırken bir diğeri "1950'den beri tutulan istatistik veriye göre bu mesafelerden rüzgara karşı sol ayakla kullanılan atışların kaleyi bulma ihtimali yüzde üç civarında. Yani bu gol için 'bahar aylarının ilk mucizesi' diyebiliriz " yorumunu getirebilir. Elbette ikinci yorumcu daha çok satacaktır. Sonuç olarak ortaya her düzeyden "futbol otoritesi" çıktığı gibi, her düzeyden "satranç otoritesi" de vardır. Ne yani, bu kadar rahat atılıp-tutulabilecek bir mecranın boş kalacağını mı sanmıştınız? Çok safdilsiniz. Niye? Satranç yorumcusu musunuz?
Bu alanda başarılı olmak istiyorsanız altın kuralı bir an için bile aklınızdan çıkarmamalısınız: "Asla satranç oynama!"
Kimse bir futbol yorumcusunun önüne topu atıp "Haydi bakalım, madem bu kadar biliyorsun vur şu topa da görelim!" demez. Oysa satranç blöfçüsü için, bir anda elinde portatif bir satranç takımıyla peyda olan bir rakip tehlikesi her zaman mevcuttur.
Satranç kulübüne ya da kahvehaneye/caféye devam etmeye başlayan satranç heveslisi, oyunun kendinden önce jargonunu kapar ve kısa süre içinde iyi-kötü bir satranç blöfçüsüne dönüşür. Oysa aynı adam satranç tahtası başına oturduğunda, tecrübeli bir göz, daha adamın taşları tutma şeklinden satrançla ilgi düzeyini anlayabilir ve adamın notunu anında verir. Bu nedenle satranç oynamamak için sağlam bir bahaneniz olması hayati öneme sahiptir. Örneğin şu bahanenin çok işe yaradığı görülmüştür: "Yirmi yıl kadar önce oynadığım son satranç partisinde bir an kendimi kaybedip, ahşap satranç altlığını rakibe kolye yaptım!". Bu bahane, karşıdaki kişinin bilinçaltına "Aman diyeyim, bu adam tahtayı benim de kafama geçirir!" mesajını verir ve böylece çok etkilidir. Siz de buna benzer bir bahane bulun ve hep aynı bahaneyi kullanmaya dikkat edin çünkü çoğu satranççıda fil hafızası vardır ve ilk olarak onbeş yıl önce anlattığınız bir hikayeyi daha sonra farklı anlatırsanız yakayı ele vermeniz çok büyük ihtimaldir.
Blöfçünün satranç alanında sahtekarlığının ortaya çıkmaması hususunda işini zorlaştıran bir diğer olgu da rating (kuvvet derecesi) listeleridir. Resmi turnuvalara katılan bir satranççıya, en geç ikinci turnuva sonunda bir kuvvet derecesi verilir. Bu derece, rakiplerin rating ortalaması ve o rakiplere karşı alınan neticeler baz alınarak hesaplanır. Bu bilgi aslında kişinin özel hayatının en mahrem bölümünde saklanmalıdır ve bu bilgiyi açıklamak suç olmalıdır (çünkü bu veriye bakarak sizin aslında üç kağıtçının teki olduğunuz hemen anlaşılacaktır). Yazıktır, bu veri elan kamuya açıktır; çabucak bir Internet sorgusuyla bulunabilir. Satranç oynamama bahaneniz sağlamsa bu durum sizin için sorun teşkil etmeyecektir: "Yirmi yıldır oynamıyorum be adam! Ne ratingi?"
Size yönelen bu saldırıyı bir yol atlattıktan sonra, artık bu rating meselesi sizin elinizde bir silaha dönüşür ve söylediklerinizin doğruluğunu sınamaya kalkan cüretkar terbiyesize bu kez siz kahredici biçimde sorarsınız: "Ratinginiz kaç sizin?"
Bu soruya alacağınız yanıt önemlidir. Eğer duyduğunuz sayı 1800'ün altındaysa meydan sizindir. İstediğiniz gibi atıp tutabilirsiniz. 2000 üstü bir şey duyarsanız çok temkinli konuşmanızda fayda vardır. 2200 üstü bir şey duyarsanız muhtemelen sizin için bir yarı-tanrı sayılabilecek biriyle konuşuyorsunuzdur. Bu durumda onu dinleyin ve bol keseden sallamayı aklınızdan bile geçirmeyin. O adamın satrançtan ne kadar iyi anladığını anlamış olmanız da satranç bilginizin ortaya çıkması ve saygı uyandırmanız açısından yeterlidir. Yeri gelmişken: satrançta rating yanında bir de unvanlar vardır. Bu unvanlar belirli bir ratingi tutturmanın yanında, turnuvalarda alınan başarılara (normlara) göre verilir. Kabaca rating > 2500 durumu bir büyük ustayı (Grand Master (GM). Siz de bir büyükustadan söz ederken "ge me" demelisiniz) tarif eder. rating > 2400 uluslarası usta, rating > 2300 ise FIDE ustasına denk bir oyun gücünü anlatır. (FIDE: Uluslararası Satranç Federasyonu. Siz her zaman "Fédération Internationale des Échecs " , "federasyon enternasyonal dez eşek" şeklindeki fransızca açılımını kullanın ve eşekle ilgili şakalar yapmaya çalışanlara çok pis aşağılayıcı bakışlar fırlatın. Sloganı da "Gens una sumus" yani "biz bir aileyiz". Söylemeye gerek yok ama, siz "Gens una sumus" formunu tercih edeceksiniz ve anlamını soran olursa yanıt olarak imalı imalı gülümseyeceksiniz.)
FIDE'nin rating sistemi, "elo" olarak anılır (bu sistemi Arpad Elo isimli bir profesör ortaya atmıştır. Bu ismi ezberleyin). Bunun yanında yerel federasyonlar da kendi rating sistemlerini kullanırlar. Bizdeki yerel ratinge UKD (ulusal kuvvet derecesi) denilir. Genellikle elo öncelikli tutulur. Bu yüzden rating sorusunu "Elo'n kaç?" şeklinde sormak da iyidir.
Satranç camiası üyeleri genellikle birbirlerini -çoğunlukla ismen dahi olsa- tanırlar. Size "Şu kişiyi tanıyor musun?", "Bu kişiyi tanıyor musun?" soruları mutlaka yönelecektir. Bu durumda yapmanız gereken "Ben onları tanımam ama onlar beni tanır!" demektir. Böylesi bir ego patlaması sizin mahir bir satranççı olduğunuz konusunda tüm şüpheleri silecek ve herkesi ikna etmeye yetecektir.
Blöf yaparken dikkat edilecek bir diğer husus: Asla doğrudan hamle söylemeyin. "Af3 oynasa iyiymiş." derseniz kesin bir ifadede bulunmuş ve bir tartışmaya zemin hazırlamış olursunuz çünkü söylediğiniz her hamle analiz edilerek iyi ya da kötü olduğu bulunabilir. Siz satranççı olmadığınıza göre muhtemelen kötü bir hamle söyleyeceksiniz. Ayrıca, siz mutlak otoritesiniz. Kimse sizle tartışmaya cesaret edememelidir. Bu nedenle mutlaka muğlak ve soyut konuşmaya dikkat edin. "Af3 oynasa.." yerine "At hangarda duruyor. Artık bir yerden o atı oyuna sokması lazım!" dediğinizde hem satranç bilginizi tüm ağırlığıyla ortaya koymuş olursunuz, hem de kimse çıkıp "yok ağabey, atı oyuna sokmaya gerek yok!" diyemez.
Hitap tarzı da ayrı önem arz eder: Zayıf satranççı olduğunu sezdiğiniz birine, yaşı kaç olursa olsun mutlaka "genç" diye hitap etmelisiniz. Yapılan bir yoruma karşı "Şimdi genç, ..." diye başlamak kahredicidir.
"Üçkağıtçı" filminden bir kare.
Gerekli Kavramlar ve Jargon:
1. Geçerken Alma: "en passant" şeklinde yazıp (kısaltması "e.p.") "an pasan" şeklinde okuyacaksınız. Zinhar "geçerken alma" demeyeceksiniz ve yanlış yerde kullanmamak için ne olduğunu biliyor olmalısınız. Bir kez kavrandıktan sonra her türlü muğlak ve şiirsel ifade içinde gideri vardır ve süksesi büyüktür. Örneğin: "Bulutlar en passant damlatıp gittiler/ Susuzuz yine."
2. Taş Değişmek: Rakipten bir taş alırken, karşılığında bir taşınızı vermek. "taş değişmek" çok yerinde ancak çok amatörce bir ifadedir. Siz her zaman "taş kesmek" diyeceksiniz. Örnek: "Hmm. Beyaz filleri niye kestiler ki durup dururken?". "Taş kesmek" alternatifi olarak "kırışmak" ve "tokuşmak" da kullanılabilir.
3. Oyunun evreleri: Bir satranç partisi genellikle üç evreden oluşur: Açılış, oyunortası ve oyunsonu. Açılış taşların oyuna girdiği evredir. Oyunortası, çeşitli manevraların yapıldığı, karşılıklı olarak kılıçların çekildiği bölümü, oyun sonu ise taşların kesilip, oyunun nihayete yaklaştığı evreyi anlatır.
Satrançta istisnaı olmayan tek prensip, her prensibin istisnaı olduğudur. (Örneğin hemen her durumda açılışta aynı taşla birden fazla hamle yapmak iyi değildir ancak bazı durumlarda aynı taşla dolaşıp durmak en iyi seçenek de olabilir.) Bir çok oyunda daha açılış evresinde taşlar kesilip, oyunortası atlanarak oyunsonuna geçildiği gibi, bir çok başka oyun da oyunortasında bir mat konumuyla bitebilir.
4. Feda: En can alıcı kavramlardan biri. Bir amaç uğruna, görece yüksek değerli bir taşı, düşük değerli bir rakip taşla kırışmak ya da bedava vermek. Örneğin filinizi rakibin piyonuyla değişiyorsanız "filinizi feda etmiş" olursunuz. Kaleyi fil ya da atla kırışmaya ise "kalite fedası" denilir. Ancak gerçek bir satranççı -sizi kastetmiyorum- asla "feda yapmak" demez. En çok kullanılan fiiller çakmak, vurmak, geçirmek ve patlatmaktır. Örnek: "Kalite patlatırsa parti bitiyor (~kazanıyor)." ya da "atı patlatmak için daha ne bekliyor?". Bu ifadeleri, baktığınızda hiç bir şey anlamadığınız ve karşınızdakinin de anlamadığına kanaat getirdiğiniz konumlarda kullanmak bilhassa faydalıdır.
5. Tahtanın Bölümleri:
a. Merkez. Tahtanın ortasındaki dört kare. "Merkez hakimiyeti" kavramında geçer, bunun dışında sizin için pratik bir önemi yoktur. Bir oyunun açılış evresine bakıyorsanız "merkez hakimiyeti" ya da merkezde piyon yoksa "uzaktan merkez kontrolü" diyeceksiniz ve susacak, uzatmayacaksınız.
b. Şah Kanadı ve Vezir Kanadı: Adları üstlerinde. Başlangıçta tahtanın beyaza göre sağ ve siyaha göre sol yarısı şah kanadı, diğeri vezir kanadıdır. Taraflardan birinin, bir kanatta saldırmakta olduğunu olur da fark edebilirseniz, mutlaka "rakip kanattan geliyor, merkezden yarma yapmak lazım." cümlesini kurmalısınız.
6. Açık konum versus kapalı konum:
Konum karşılıklı piyonlarla kilitlenmişse "Fili hemen rakibin atıyla tokuşması lazım.", kilitlenmemişse "Fili iyi. Fili kırışmaması lazım." deyin. Gerisini bilmenize gerek yok.
7. Ters Renkli Filler:
Siz daima "aksi suratlı filler" olarak anın. Her iki tarafın birer fili kalmış ve bu fillerin biri beyaz, diğeri siyah karelerdeyse oyunsonunda konum çoğu durumda eşit olacaktır. Buna bağlı olarak "Adam saldırıyor ama aksi suratlı fillere de kaldı. Mat olmasa bile oyunsonunda berabere (ya da "rémi") cepte." cümlesi işinizi görecektir.
Bunların haricinde, zaten gayet iyi kavradığınız gibi, bir kavramın argo karşılığı varsa mutlaka onu kullanmalısınız. Örneğin at bir kareye gitmez, "o kareye oturur". Oyuncular taşı boşa koymaz, "taş uyur". Rakip yenilmez, "zımbalanır". Parti terk edilmez, "dökülür". Taş düşmez, "bade olur". Yıldırım (hızlı parti) oynanmaz, "demet atılır". Tuvalette büyük ihtiyaç giderilmez, "büyük rok yapılır". Başka bir çok örnek de mevcut olmakla beraber, amacımız kafanızı gereksiz bilgiyle doldurmak değildir ve bu kadarı size yetecektir. İsterseniz burada kendi yaratıcılığınızı da devreye sokabilirsiniz.
Bu basit kurallar iyi kavrandıktan sonra, kendinizi üstat satranççı olarak satmamanız için hiç bir neden yoktur.
Önemli Kişiler:
Bir kaç isim yeterlidir. "Tal'in beyazlarla oynadığı benzer bir parti vardı" ve benzer cümlelerde özne olarak gereklidirler.
Dünyada:
Tarihte: Aleksandr Alekhin, José Raul Capablanca, GM Mikail Tal, GM Robert Fischer.
Günümüzde: GM Gary Kasparov, GM Anatoli Karpov, GM Magnus Carlsen, GM Visvanatan Anand, GM Vasili Ivanchuk, GM Hikaru Nakamura.
Ülkemizde:
GM Suat Atalık, GM Barış Esen, GM Kıvanç Haznedaroğlu, GM Mustafa Yılmaz, GM Emre Can
Bilinmesi Gereken Bir Kaç Açılış ve Devamyolu Adı:
Sicilya (Dragon, Najdorf, Scheveningen, Pelikan devamyolları), İspanyol, Rus, İtalyan, Şah Gambiti, Caro-Kann, Fransız, Vezir Gambiti, Şah-Hint, Vezir-Hint.
Ayrıca, bazı devamyollarının birden fazla ismi olduğunu bilmek size artı puan kazandıracaktır.
Örneğin Pelikan ve Sveşnikov aynı devamyolunun, Rus ve Petrov ile İspanyol ve Ruy Lopez, aynı açılışların farklı isimleridir.
Biri "Rus açılışı" dediğinde, açılıştan bahsederken "Petrov" demek sizin ne denli büyük bir üstad olduğunuzu cümle aleme ilan etmek demektir.
Bu yazıda, 1910'ların sonunda İzmir Rumları tarafından söylenen bir şarkı üstünden, tarihte ve günümüzde önemli neticelerini yaşadığımız olaylara, özellikle de bu tarihin az bildiğimiz kısmına, yakın Yunan tarihine göz atacağız.
Türkler ve Yunanlıların uzun bir ortak geçmişi var. Yaklaşık 700 yıl kadar iç içe yaşayan bu iki toplumun müşterek tarihleri I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen nüfus mübadelesiyle son bulmuş. Üstelik bu ölçekte bir nüfus değişimi dünyada ilk [ancak son değil. Bir çok farklı görüş açısına sahip kişilerden taraftar bulduğu gibi karşıt da bulan bu uygulama, II. Dünya Savaşı sonrası Fransız ve Almanlara da örnek oluşturmuş]. Sayılar çok kesin olmamakla beraber, Anadolu'ya göçen -kaba hesapla- 800.000 Türk'e karşılık 1.200.000 Rum Yunanistan'a gönderilmiş. Anadolu'nun nüfusunun o zamanlar 15 milyon ve Yunanistan'ın nüfusunun da 2.500.000 civarında olduğu göz önüne alınırsa bu değiş-tokuşun boyutları hakkında daha açık bir fikre sahip olmak mümkün olabilir. Kişisel görüşüm, kabaca "iyi olmuş" ya da "kötü olmuş" şeklinde dayanaksız bir eleştiriden değil, her şeyde olduğu gibi burada da olayları sonuçlarına bakarak yorumlamaktan yana.
Etkileri günümüze kadar süren "kronik" sorunları anlayabilmek için önce mübadelenin kendine, daha sonra da mübadeleyi "zorunlu" kılan şartları oluşturan tarihe bakmak isterim. Bizim taraftaki tarihi iyi-kötü hepimiz biliyoruz ancak piramit örneğini anımsatmak isterim: Bir piramide aşağıdan bakan biri ancak "bu karedir", tam yandan bakan biri ise "bu üçgendir" diyebilirken, ancak her tarafını görebileceği yerden bakan biri onun bir piramit olduğunu görür.
Öncelikle "bizim taraf": Aşağıda da değineceğimiz gibi, Yunanistan'da ve dış Helenlerde "μεγαλη ιδεα" (megali idea - büyük fikir, Yunanistan topraklarını Helenlerin yaşadığı her yeri kapsayacak şekilde genişletme ve başkenti Konstantiniyye'ye taşıma ülküsü.) 1970'lerin sonuna kadar sürdü. Mübadele gerçekleşmemiş olsa, bu fikre az-çok sempati duyan 1.200.000 kişi Anadolu'da oturmaya devam edecekti ve bu durum genç ve henüz kırılgan Türk bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün önünde devasa bir engel oluşturacaktı. Bu açıdan bakıldığında bizim açımızdan çok isabetli bir karar olduğu sonucu çıkabilir ilk anda ancak başka boyutları da var: Her şeyden önce karşılıklı olarak iki milyon insan evinden-yurdundan edilmiş. İki milyon irili-ufaklı trajedi demek bu. Saniyen, Ortodoks nüfusu neredeyse tamamen dışlayan (mübadelenin yalnız Yunanistan-Türkiye arasında olduğu yaygın bir yanlış kanıdır. Doğrusu, Türkiye, Bulgaristan ve Yunanistan arasında olduğudur) ülkemiz önüne hedef olarak "muasır medeniyetler seviyesine çıkmayı" koymuş ve yüzünü batıya dönmüşken, bir yandan da içinde ne kadar batılı unsur varsa kendi elleriyle söküp atmış, yüzyıllardır doğu masallarıyla uyutulan görece eğitimsiz bir topluluğa şapka giydirip Latin harfleri öğreterek çağı yakalamaya çalışmaktan başka, kendine çıkar yol bırakmamış. Nitekim doğu-batı çelişkisi Türkiye'de hala ve her geçen gün keskinleşiyor; aradan geçen bir asra yaklaşık zamana rağmen henüz bir senteze ulaşabilmiş değil. Bunların yanında, yüzyıllarca bu zorla göç ettirilen kişiler tarafından görülmüş olan bir çok iş sahipsiz kalmış, memleketimizin halkı bir çok mesleği sıfırdan öğrenmek zorunda kalmış. Bu durum uzun vadede iyi olsa da, kısa ve orta vadede bizi çok zora sokmuş ve zaman kaybettirmiş. Yine de Anadolu'ya gelenler açısından durum o kadar da kötü olmamış. O zamanın standartlarına göre genel olarak "eğitimli" sayılabilecek "muhacirler" etraflarında sevilmiş ve topluma uyum sağlama sorunları çok görülmemiş. Genellikle yaşamlarında başarılı da olmuşlar.
Şimdi "diğer taraf": 2.500.000'luk Yunanistan için yeni gelen 1.200.000 kişi tam bir "felaket" olmuş. Günümüz verileriyle bakacak olursak, elan 72 milyonluk ülkemize 36 milyon kişinin daha gökten düşmüş gibi bir anda eklendiğini düşünebilir ve olayın boyutunu gözümüzün önüne daha net getirebiliriz. Savaş sonrası zaten parlak durumda olmayan Yunan ekonomisi için bu durum, her iki boğaza bir boğaz daha eklenmesi, kişi başına düşen milli gelirin bir anda yarıya inmesi demekti. Hal böyle olunca, eskiden beri orada oturanlar, bu yeni gelenleri "ekmeklerini ellerinden alan kişiler" olarak görmüş ve "pek sevmemişler". Bir de isim takmışlar onlara: "τουρκος σπορος" (turkos sporos - Türk dölü). Yeni gelenler Ege Makedonya'sına ve daha çok da Pire çevresine yerleştirilmişler. Üstelik her ne kadar Lozan Antlaşması'na göre bu yeni gelenlere, geldikleri yerdeki toprakları kadar toprak verilmesi öngörülmüşse de, ne Yunanistan'da o kadar toprak, ne de yeni gelenlerin başka varlıkları varmış. Pek çoğu, ellerine ne geçirdilerse onunla derme-çatma gecekondular yapıp oralarda yaşamak zorunda kalmışlar. Böylece toplum dışına itilmiş çok büyük bir "rebet" nüfusu oluşmuş. Toplum dışına itilen her topluluk gibi, onlar da alt kültürlerini oluşturmakta gecikmemiş.
İsterseniz şimdi şarkımızı dinleyelim. Şarkının adı "Τα παιδιά της Αμύνης" (Ta paidia tis aminis - Müdafaa'nın Çocukları) 1983 yapımı meşhur "Rembetiko" filmi bu şarkıyla başlıyor. (Bu film, "Fiddler On The Roof" müzikalinin gönlümdeki tahtını devirmeye namzet!)
Rembetiko - Τα παιδιά της Αμύνης
Böyle dinleyince ne kadar güzel, ne kadar neşeli bir şarkı, değil mi!
Sözlerine biraz daha yakından bakalım ve görelim ne kadar tatlıymış...
(İngilizce çeviri bazı yerleri tam karşılamıyor. Ayrıca, komşunun diliniİngiliz'in dili üstünden anlamaya çalışmak saçma; iş yine başa düştü.)
Μια μέρα θα το γράψει η ιστορία
που έδιωξε από την Αθήνα τα θηρία
που έδιωξε βασιλείς και βουλευτάδες
τους ψευταράδες και τους μασκαράδες
Bir gün tarih yazacak
kurtulduğumuzu canavardan
kurtulduğumuzu krallardan ve politikacılardan
yalancılardan ve maskaralardan.
Και στην Άμυνα εκεί, όλοι οι αξιωματικοί
πολεμάει κι ο Βενιζέλος, που αυτός θα φέρει τέλος
και ο κάθε πατριώτης θα μάς φέρουν την ισότης
Ve Müdafaa'nın başında tüm subaylar var [Müdafaa'yı yazının devamında yakından tanıyacağız.]
ve [tüm bunlara] son verecek Venizelos çarpışıyor.
Tüm vatandaşlarla bize eşitlik getirecekler.
[İyi işte. Kraldan ve yalancı, maskara politikacılardan kurtulmuşlar, ne güzel. Neresi kötü bunun?]
Η Παναγιά που στέκει στο πλευρό μας
δείχνει το δρόμο στο νέο στρατηγό μας
τον ήρωα της εθνικής αμύνης
που πολεμάει και διώχνει τους εχθρούς
Bizim yanımızda duran Meryem
yeni generalimize yol gösteriyor.
Düşmanları kovmak için çarpışan
Milli Müdafaa'nın kahramanı.
Της Αμύνης τα παιδιά διώξανε το βασιλιά
και του δώσαν τα πανιά του για να πάει στη δουλειά του
τον περίδρομο να τρώει με το ξένο του το σόι
Milli Müdafaa'nın çocukları kralı sürdüler.
Koydular yelkenliye, gitti
başka yerde tıkınmaya ecnebi akrabalarıyla.
Έλα να δεις σπαθιά και γιαταγάνια
που βγάζουν φλόγες και φτάνουν στα ουράνια
Εκεί ψηλά, ψηλά στα σύνορά μας
τρέχει ποτάμι το αίμα του εχθρού
Gel de gör yukarı, gökyüzüne kadar
ateş saçan kılıçlarla yatağanları
orada yukarıda sınırlarımızda
düşmanımızın kanı nehir gibi akar. [Bu "düşmanımız" biz oluyoruz. Ne kadar sevimli, değil mi(!)]
Της Αμύνης τα παιδιά διώξανε το βασιλιά
Της Αμύνης το καπέλο έφερε το Βενιζέλο
Της Αμύνης το σκουφάκι έφερε το Λευτεράκη
Milli Müdafaa'nın çocukları kralı sürdüler.
Müdafaa'nın gururu Venizelos'u getirdiler.
Müdafaa'nın ön cephesinde duruyor Lefterakis [Eleftherios Venizelos]
Bir taraftan baktığımızda bu şarkıyı söyleyen kişilerin duygularıyla, 1974'te Türk ordusu Kıbrıs'a çıktığında orada yaşayan Türklerin hissetmiş olabilecekleri arasında, insani açıdan çok fark olmadığını düşünebiliriz. Oysa gerçekte olan bitenle, sıradan halkın anladığı genellikle farklı şeylerdir. Ortada bir savaş varken kimse çıkıp ulusal çıkarlardan, yayılma emellerinden, iktidar hırsından ve paradan söz etmez. "Vatan aşkına!" denilir ve halk cepheye gönderilir. Bu iş dünyanın hemen her yerinde böyle olduğu gibi, Türkler ve Yunanlılar gibi tez canlı halklar için iki kere böyle.
Yunan Ordusu İzmir'de
Yunanlıların bu şarkıyı söylediği megali idea'nın en gösterişli günlerinde, Anadolu'da "Yunan Türk'ü esir almış. Şu feleğin işine bak!" türküsü söyleniyordu. [Sanki Yunanlılar Anadolu'yu hiç işgal etmemiş ve böyle bir olay yaşanmamış gibi, bu türkü geçmişte "Türk Yunan'ı esir almış" şeklinde de söylendi. Oysa ancak aşağılık karmaşasına sahip kişiler kendi milletinin tarihinden utanır. Tarih utanılacak bir şey değil, öğrenilip ders çıkarılacak bir şey.]
Pekiyi, Yunanlılara bu şarkıları söyleten tarihsel nedenler nelerdi?
30 Ekim 1918'de itilaf devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkes Antlaşması'nı imzaladılar. [Biliyorum: Mektebi memlekette okuduysanız, ilkokulda bir posta (tarih dersi), ortaokulda bir posta (tarih dersi), lisede bir posta (inkılap tarihi dersi) ve üniversitede de bir posta (inkılap tarihi dersi) olmak üzere toplam dört kere okudunuz bunu ve artık beyniniz şişti ama yazının bütünlüğü açısından lazım; idare edin.] Böylece Osmanlı savaştan çekilmiş oldu ve ülkenin kaderi Sèvres görüşmelerine bırakıldı.
[İşte bundan sonrası pek anlatılmıyor ya da geçiştiriliyor bizde:]
Bu görüşmelerde her delegasyon ayrı telden çalıyordu. İtalya 1915 Londra Antlaşması ile karşı tarafa geçerken, Oniki Ada ve "eğer Osmanlı bölünürse" Antalya civarına kadar, varsayımsal olarak İzmir'i de kapsayacak şekilde toprak sözü almıştı ve buna dayanarak "İzmir ve civarı doğal olarak bizim!" tezini savunuyordu. Ancak 1915 yılında daha sonra, İngiliz dışişleri bakanı Edward Grey,Eleftherios Venizelos'a da, İzmir'i de içine alacak şekilde, "Anadolu kıyılarında geniş bir toprak parçası" vaat etmekte bir sakınca görmemişti!
Bölgede geniş yatırımları bulunan Fransa, -İzmir de dahil olmak üzere- Türkiye'nin toprak bütünlüğünden yana tavır koydu. İngilizler her zamanki gibi kaşıklarını yanlarında taşıyorlardı. Bu durumdan kurtulabilmek için İzmir'in özel bir yönetime bağlanması fikrini ortaya attılar. İtalyanlar bu toprak parçasının kendilerine verilmesi konusunda ısrarcı davrandılar ve bölge kontrolünün Yunanlılara verilmesi konuşulurken yorum yapmayı reddettiler. Ancak daha sonra Venizelos taraftarları "Amanin! Bu Türk çeteleri oradaki Helenleri kesecek!" minvalinde çok yoğun bir propaganda kampanyası başlattılar ve diğer ülkeler de "oradaki Rum halkı kurtarmak için" geçici bir Yunan işgaline razı oldular. Böylece 1919-1922 arası İzmir Yunan işgali altında, fakat resmi olarak "özel idareye bağlı" kaldı ve hiç bir zaman Yunanistan'ın parçası olmadı. Yine de bu durum, Venizelos'un ne kadar "kurt" politikacı olduğu hakkında bir fikir vermeye yeter. Venizelos'u -ve dolayıyla Yunan halkı ve Rumları- bu günlere hangi olaylar getirmişti?
Yunanistan 1912-1913 Balkan Savaşları'ndan galip çıkınca topraklarını neredeyse ikiye katlamıştı fakat bir yandan da kendini çok zor bir uluslararası durumun içinde bulmuştu. Yunan işgali altındaki Oniki Ada'nın durumu belirsizliğini koruyor ve Osmanlı adalar üstünde hak iddia ediyordu. İkinci Balkan Harbi'nde yendikleri Bulgaristan da Sırbistan ve Yunanistan'a karşı intikam planları yapıyordu. Sırbistan ve Yunanistan arasında, bir Bulgar saldırısına karşı askeri ittifak antlaşması vardı ancak tehlike beklemedikleri yerden geldi: Ağustos 1914'te Arşidük Franz Ferdinand suikaste kurban gidince Avusturya-Macaristan, Sırbistan'a savaş ilan etti ve böylece I. Dünya Savaşı da patlak vermiş oldu.
Yunanistan da, Bulgaristan gibi savaşın başında tarafsız kaldı ancak savaşan taraflardan her ikisi de Yunanistan'ın kendi saflarında savaşa katılması için sürekli bastırıyordu. Tam bir İngiliz taraftarı olan Venizelos savaşa itilaf devletlerinin yanında girmeyi savunuyordu. Öte yandan eğitimini Almanya'da yapmış ve Kayzer'İn kızkardeşiyle evli, Prusya militarizmi hayranı Kral Konstantin I, savaşı Almanların kazanmasını bekliyordu ve İngilizlerin donanmasına karşı duramayacaklarını bildiğinden, Almanya'nın yanında savaşa girilmese bile, tarafsız kalma yanlısıydı.
1915 yılında İngilizler, başlayacak olan Çanakkale Savaşı'na katılması karşılığında Yunanistan'a Anadolu'dan büyükçe bir toprak sözü verdiler. Bu fikri Venizelos destekledi ancak Kral ile fikir ayrılığına düşünce 21 Şubat 1915'te istifasını verdi. Mayıs 1915 seçimlerini yine Venizelos'un Liberal Parti'si kazanınca, hükümeti kurma görevi yine ona verildi. Eylül 1915'te Bulgaristan, Sırbistan'a karşı harekete geçince, Venizelos da karşı saldırı emri verdi ve İngiliz ve Fransız kuvvetlerini Sırbistan'a yardım etmek için Selanik'te üslenmeye çağırdı. Vakıa, müttefikler 22 Eylül 1915'te Selanik'e çıktı. Bunun üzerine Kral anayasaya aykırı şekilde, Venizelos'u görevden aldı ve parlamentoyu dağıttı. Bu anayasa ihlali, kralcılarla Venizelosçuların arasını ciddi biçimde açtı ve Liberal Parti Aralık ayındaki seçimleri boykot etti. Aynı ayda Fransızlar, Sırp ordusundan arta kalanların Selanik'e gitmek için bekledikleri Korfu Adası'nı Venizelos'un izniyle işgal etti.
Bütün bu olayların neticesinde, bir grup önde gelen liberal tarafından Selanik'te gizlice "Milli Müdafaa Devrimci Heyeti" kuruldu. Bu grup Venizelos'un liderliğini kabul etti ve Yunan ordusundaki subaylarla Girit Jandarmalarına yanaşmaya başladı.
Sonraki yıla geldiğimizde, resmi "Kralcı" hükumetler ülkenin tarafsızlığını korumaya uğraştılar ancak Mayıs ayının ortalarında Atina Merkezli resmi hükumet, hayati önemi olan Rupel Kalesi'ni Almanlara teslim etmek zorunda kaldı. Bunun üzerine itilaf devletleri yanlısı Venizelosçular sıkıyönetim ilan ederek ülkenin kuzeyini Kralın idaresinden pratikte koparmayı başardılar. Ağustos ayında Bulgarlar Makedonya'ya girdiler ve Atina hükumeti çok fazla direniş göstermeyince rahatça ilerlemeye başladılar. Bunun sonucunda 6000 Yunan askeri teslim alındı ve esir olarak Almanya'ya gönderildi. Çok büyük zorluklarla alınan toprakların böyle kolayca elden çıkmış olması Yunan halkında infial yarattı. Bu sıralarda Nisan ayında Sırp Kralı'nın Selanikte bir sürgünde krallık hükumeti kurması, bu kentte 120.000 Sırp askerinin bulunması ve İtilaf Devletlerinin Selanik'te bir Sırp bölgesi oluşturma tehdidi, halkı Selanik'in büsbütün elden çıkacağı yönünde endişeye sevk etti.
17 Ağustos'ta Devrimci Heyetin Venizelosçu subayları, Venizelos'un kendinin karşı çıkmasına rağmen ayaklandılar ve Selanik'in kontrolünü ele geçirdiler. Venizelos da Girit'ten, Ege Adaları üstünden Selanik'e geçti ve vardığında Devrimci Heyet, iktidarı Venizelos'a devretti. 16 Eylül'de Venizelos bir hükumet kurdu ve böylece "Milli Müdafaa" iktidara gelmiş oldu. Ülkenin bölünmüşlüğü dokuz ay sürdü. 15 Haziran 1917'de, Venizelos verdiği bir ultimatomla Kralı, yerini ikinci oğlu Aleksandros'a bırakarak ülkeyi terk etmeye zorladı ve Kral ailesinin geri kalanını da yanına alarak İsviçre'ye gitti. Bunun üzerine Venizelos Atina'ya döndü ve Yunanistan hükumetinin başına geçti.
İşte şarkıdaki Milli Müdafaa'nın öyküsü kısaca(!) böyle.
Adı "Milli Müdafaa". Selanik'te kurulmuş. Gizli. Monarşi karşıtı. Merkezi bir hükumetin varlığına karşılık, başkent dışında bir yerde kendi hükumetini kuruyor ve başarılı olarak Kralı sürgüne yolluyor.
Tanıdık geldi mi?
Yazıyı, şarkının Yorgos Dalaras yorumuyla noktalıyorum:
"Ağlamakla,inlemekle ömrüm gelip geçiyor.
Devası yok, garip gönlüm günden güne, ah, eriyor".
Muhsin Bey: '87 yapımı kült Yavuz Turgul melodramı.
Türk sinema tarihinin yüz akı, göz bebeği.
Muhsin Kanadıkırık'tan Ali Nazik'e, şarkıcı Sevda hanım'dan Osman Cavcı'ya, Laz Nurettin'den kumarbaz Şakir'e, Türk Rambo'su Sönmez Yıkılmaz'dan ev sahibesi 'madam'a itüm karakterlerin dantela gibi işlendiği, ilmik ilmik örüldüğü başyapıt.
Muhsin Bey - Jenerik
Bir İstanbul beyefendisinin -Muhsin Kanadıkırık'ın- kalitesizliğe, yozluğa, çürümüşlüğe karşi mücadelesi, iyiye-doğruya-güzele tutunma çabasıdır. Sanat Musikisidir. Çiçekleridir.
İncedir Kanadıkırık; konuşur onlarla sanki duyarmışlarcasına. XIX. yy.sonu - XX.yy başı İstanbul evlerinin birer birer yıkılışına karşı dik duruşudur. Yardımseverliliği, iyi yürekliliğidir.
''Hayal içinde akıp geçti ömr-ü derbederim'' eşliğinde çiçek sulayışıdır... Ali Nazik'e yardım eli uzatışıdır...
Beckett Bey
Neden?.. Muhsin Kanadıkırık, Urfa'da düğünlerde türkü söyleyen, garsonluk eden, genç, cahil ve tek hedefi türkücü olmak olan birine neden yardım eder? Tüm güçlüklere rağmen hem de. Filmde "Birileri kurtulurken, birileri feda mı edilir?" sorusuna cevap aranır aslında. Diyalektik metodla herşey dengelenir.. Tüm zıtlıklar iç içe ve bir bütün olarak sergilenir..
Bir yanda:
Üsküdar'dan ev alıp, musiki ses sanatçısı Afitap Hanım'ı düşkünler evinden çıkarmayı, tekrar tespih yapıp eski arkadaşlarla toplanarak fasıl geçmeyi hayal eden: Muhsin Bey.
Öte yanda:
İpek göğnek alıp altın zincir takmayı, sadece kendine kebap yapacak olan bir kebapçı açmayı, bir araba alıp ("Şahin"), bir sürü karıyı koynuna almayı hayal eden: Ali Nazik.
Yükseklik korkularıdır aslında yegane ortak yanları... Dam tepesinde, ip üzerinde yaşamla ölüm arasındaki senkronize adımlarıdır ortak yanları. Düşmemek için birbirine kavuşan elleri...
Kırsal kesimden göç sonrası İstanbul'un halini görürüz Muhsin Bey'de. Hızla değişen ve yozlaşan sosyal-kültürel yaşantısını görürüz. Umut tacirlerine, pavyon-gazino
kültürüne tanıklık ederiz. Ev sahibesi Beyoğlu Ermenisi 'madam'ın şahsında İstanbul'u terk eylemeye hazırlanan azınlıkları görürüz. Etnik renkliliğin solduğunu... Müziğin alt yapısını oluşturan değerlerin unutulmaya başlamasını görür, -arabesk-in sektörleşip, ticaret ve sanat hayatının yozlaşmasına tanık oluruz. Muhsin Bey tüm bunlarla mücadele eden bir masal kahramanıdır aslında... Ütopyadır..
Ali Nazik'e kaset çıkarma mücadelesinde sürekli çuvallamasına rağmen ''Hep denedin, hep yenildin. Bir daha dene, bir daha yenil. Daha iyi yenil!'' türünden bir Beckett'çi felsefeyle tekrar tekrar dener. Acı çekerek, her seferinde bir öncekinden daha fazla ödün vererek... ama tutunarak, tutunmaya devam ederek hayata...
Doğan Apartmanı - Yavuz Turgul daha sonra da bu apartmandan vazgeçemeyecek ve "Eşkiya" filminin final sahnesini de bu apartmanın terasında çekecektir.
Muhsin bey, "Doğan apartmanı"dır, müzisyenler kahvehanesidir -cebinden kefen parası çıkmayan müzisyenlerin kahvesi-. Vurdulu-kırdılı Türk filmi furyasıdır, Türk Rambo'sudur Muhsin bey. Komşuluk ilişkileridir. Sesi kötü, ağzı bozuk, platonik aşkı Sevda Hanım'dır Muhsin Bey. Tekleyen arabadır. Tekleyen arabayı itmemek için sağa-sola kaçışan mahallenin çocuklarıdır Muhsin bey... Mahallemizin apartmanında, mahallemizin çocuklarıdır.. Yitip giden bir hayattır Muhsin bey.. Kaybedendir.. Uğruna hapis yattığı Ali Nazik'i 3.sınıf bir pavyonda arabesk söylerken gören gözleri-dinleyen kulaklarıdır Muhsin Bey...
- Ağam kendimi kurtarmam gerekiyordu.
- Kurtardın mı bari?
Sonunda teklemeden çalışan araba ve o arabaya binen platonik aşkı -Sevda'sı- ile yol alır gider Muhsin Bey... Belki de kaybetmemiştir; kim bilir?
"Ağlamakla,inlemekle ömrüm gelip geçiyor.
Devası yok, garip gönlüm, günden güne, ah, eriyor."
Eleanor Rigby, Beatles'ın en sevilen şarkılarından biri ve diğer parçalarına göre sözleri oldukça düzgün sayılabilecek bir eser. Bu blogu takip eden birinin bu şarkıyı bilmemesi çok düşük olasılık. O zaman bu yazıda ne işi var? İzah edeceğim. İsterseniz şarkıyı anımsayalım.
Beatles - Eleanor Rigby
Bu şarkının çok bilinir olmasına istinaden bir değişiklik yapalım ve şarkı sözlerinin hepsini değil, yalnız ilk satırlarını okuyalım:
"Eleanor Rigby
picks up the rice in the church
where a wedding has been."
Tarihsel dönemlere göre üç tür evlilik olduğundan söz ediliyor:
1. İlk çağlarda, erkeğin kadını saçlarından sürükleyerek mağarasına götürmesi şeklinde gelişen evlilik.
2. Kadının başlık parası karşılığı satıldığı evlilik.
3. Günümüzde pek çok yerde görülen "çağdaş evlilik", "aşk evliliği"
İngilizce "Wed" sözcüğünün eski İngilizce'de, evliliği garanti etmek için kız daha küçük yaştayken babasına verilen başlık parası (bir nevi kaparo - ön ödemeli kampanya) anlamına geldiği notunu da düşelim.
Eleanor müzmin bekar. "Kısmet bekleyen" bir "uzatmalı kız" olarak gelinin attığı pirinçlerden topluyor.
Pekiyi, pirinç atma geleneği ne kadar eskidir dersiniz? Google'da yapacağınız hızlı bir araştırma sonucu muhtemelen bu adetin Roma döneminden kalma olduğunu bulacaksınız oysa bu gelenek muhtemelen yazının bulunmasından bile daha eskiye dayanıyor. Aynen pirinç atma şeklinde Hindistan'da da görüldüğü gibi, bizde de darı (mısır) taneleri savurma şeklinde görülüyor ve "darısı başınıza" sözü de buradan geliyor. Zaman içinde bir çok yerde bu gelenek evrilmiş ve günümüzde gelin çiçeği ve gelin çiçeği teli etrafında dönüyor. Eskiden Avrupa'da görüldüğü haliyle pirinç atmanın amacı kötü ruhları doyurmak ve böylece avantalarını alan ruhların yeni evlilere musallat olmalarının önüne geçmek. Ayrıca çok taneli pirinç ve mısırın bereket ile üremeyi sembolize ettiğini de biliyoruz.
Yeni evlilerin üstüne pirinç savrulurken
Hem Hindistan'da hem de Avrupa'da neredeyse aynı şekliyle görüldüğüne göre bu geleneğin ortak kökünün en az Proto-Hint-Avrupa dili kadar eski olduğunu söylemek mümkün. Pekiyi, eski ya da geleneklerini hala koruyan şimdiki Türk topluluklarında da böyle bir uygulama var mı acaba?
Hakas Türkleri ve Şamanizm üstüne etnografik ve sosyolojik çalışmalarıyla tanınan ünlü araştırmacı Timur Davletov, bu sorumuza şöyle yanıt veriyor:
"Putperestlik insanlık tarihi kadar eski ve dünya üstünde yaşamış tüm topluluklarda görülmüş. Şaman düğünlerinde pirinç atma şeklinde bir uygulamaya rastlanmaz ancak orada da etraftaki ruhlar için "saçı" yapılır. Arakayı/rakıyı ve yemeği çevreye saçı ederken "seek seek" denilir ve böylece çevredeki ruhların beslendiği kabul edilir. Sunuda bulunulurken iyi ya da kötü ruh ayrımı yapılmaz. Hepsi yaxşidir."
Kore'de bir şaman sunusu: Arak ve et
Bazı ülkelerin, kentlerin hatta semtlerin kedileri daha şanslıdır. Örneğin ülke olarak Mısır'ın, kent olarak İzmir'in, semt olarak da Cihangir'in. Bu kediler asla aç kalmazlar ve genellikle çöpten buldukları artıklarla değil, sevdikleri mamalarla beslenirler. Dünyanın her yerinde insanlar evleniyor ancak görünen o ki, Sibirya'da yaşayanlar, ruhlar arasında en şanslı olanları!
2011 Eurovision Şarkı Yarışması'nda birinci olan Eldar & Nigar ikilisi. Nigar Cemal'in elinde Türk bayrağı var.
Türkiye ve Azerbaycan için "Bir millet - iki devlet" denilir. "Türkik diller arasında Azerice, Türkiye Türkçe'sinin en yakın akrabasıdır" dersek herhalde kabahat işlemiş olmayız. Her iki dilin sözcük dağarcıkları büyük oranda örtüşür. S.S.C.B. yönetiminde kalmış Kuzey Azerbaycan'da çok fazla Rusça sözcük gündelik yaşama girmişken, İran topraklarında kalan Güney Azerbaycan'da da Farsça ağırlığını hissettirir.
Azerice şarkı gibi, şiir gibi bir dildir. Ayrıca Azerice, bu dili ilk kez duyan bir Türkiye Türk'ünde ister-istemez bir gülümseme uyandırır.
S.S.C.B. dağılır, iki ülke insanları bir araya gelir; hikayeler başlar:
Olay I
Not: Rusça'da "Huy" (хуй) "çük" demek ve bu sözcük Azerice tarafından da ödünç alınmış durumda.
Büyük bir Azeri ailenin bireylerinin bir kısmı Anadolu'da, diğer kısmı Azerbaycan'da yaşıyorlar. S.S.C.B. kurulunca ilişkiler kopuyor, birbirlerinden haber alamaz hale geliyorlar. Glasnost, perestroika derken aile bireyleri yeniden bir araya gelme olanağı buluyor ve ilk fırsatta büyük bir aile yemeği düzenliyorlar.
Yemekte adet olduğu üzere herkes sırayla kalkıyor, kısa bir konuşma yapıyor ve şerefe kadeh kaldırıyor.
Sıra, ailenin Anadolu ayağından bir bireye geldiğinde adam ayağa kalkıyor, masadakileri teker teker selamlıyor ve kısa bir kaç övgü sözü ediyor. Sıra Azerbaycan tarafından gelen Mehmet'e geldiğinde:
"Bugün sizlerle beraber olmaktan çok mutluyum. Bir tek eksik hissediyorum: Ah, şu Mehmet'teki huy bende olsa!"
1990'lı yıllarda bir Türk bakan Azerbaycan'a resmi ziyarette bulunur. Gezi, inceleme, görüşme derken onuruna verilen yemeğe katılır. Yemekten sonra çay gelir ancak çay fincandadır ve bu durum bakanın zevkine uymaz. Sorar:
- "Yahu ince belli bardak yok mu? İnce belli bardak getirseydiniz..."
Azeriler diplomatik bir sessizlikle konuyu geçiştirmeye çalışır ancak bakan ısrarlıdır:
- "Ne yani? Koskoca Azerbaycan'da bir tane bile ince belli bardak bulunmuyor mu? Rica ederim, ince belli bir bardak getirin."
Susarak kurtulamayacaklarını anlayan Azerilerden biri bakanın kulağına eğilir ve fısıltıyla:
- "Möhterem nazırım" der, "Azadlıq Meydanı'nda çoxtur!"
Olay III
Not: "başa düşmek" = "anlamak"
Bir baba-oğul, işleri vesilesiyle Bakü'ye giderler. İşlerini hallederler ve akşam otele dönerken yanlarına bir şişe viski alıp odalarına çıkarlar. Bir de bakarlar ki; odada bardak yok. Resepsiyonu ararlar:
- "Bize iki bardak, bir kova da buz!"
Hattın öbür ucundaki resepsiyonist telaşlanır: "Bardak olmaz! Bardak olmaz!"
Bizimkiler ısrar eder ama netice alamazlar. "Buz da kalsın o zaman!" diyerek telefonu kapatırlar ve viskiyi mecburen şişeden içerler. Sabah otelden çıkarken aynı resepsiyonistle karşılaşırlar ve adam sorar:
-"Müellim, bardağı başa düşmüşem de, buzu ne edecektiniz?"
Azerbaycan Müziğinin babalarından Reşid Behbudov - "Küçelere su serpmişem"
Olay IV
Not: "düşmek" = "inmek"
Azerbaycan Hava Yolları Pilot anonsu:
"Teyyaremiz birazdan düşecek!"
Olay V
Not: Türkçe "bekar" = Azerice "subay" Not: Azerice "tapmak" = Türkçe "bulmak"
Bir Türk subayı, Bakü uçağında yanına oturan Azeri neferle sohbete başlar ve yekten:
- "Ben subayım!"
- "Müellim, az sebret. Bakıya az qaldı. Oradan taparıq!"
Bir Türk erkek ile Azeri kız karakolluk olurlar. Kız, adamın kendine tecavüz girişiminde bulunduğunu söylemektedir. Türk erkek ifade verir:
- " 'Dayan!' dedi, dayandım. Sonra bağırmaya başladı."
Olay IX
Not: "yarak" çok eski bir Türkçe sözcüktür ve "alet, gereç, donanım, silah" anlamlarına gelir. İlk kez Orhun Yazıtları'nda rastlanmıştır.
Azeri-Ermeni savaşı günlerindeyiz. Bir televizyon muhabiri Bakü sokaklarında halkla röportaj yapmaktadır. Orta yaşlı bir beyi çevirip sorar:
"Türkiye'den bir isteğiniz var mı? Ne istiyorsunuz?"
Adam: "Yaraq istiriq. Daha ne isticiq?"
[Bu uzun bir yazı. Sabırsızlar ve "fazla lafa karnı toklar" için, şarkının çeşitli yorumları yazının en altında.]
Dünya bir tür "Makro Benjamin Button". Üstelik yaşadığımız çağda, tüm zamanların geri kalanında küçüldüğünden daha fazla küçüldü. Dünyaya geldiğimde zaten radyo, televizyon ve telefonla evimize girecek kadar küçüktü. Ben büyüdükçe o küçüldü, Internet ve akıllı telefonlarla cebimize sığacak hale geldi. Yazıktır; bu kadar erişilebilir bir dünya bile bizi her şeyi yalnız kendi penceremizden görme alışkanlığından kurtaramadı. Talebelik devrimde Le Monde, Le Figaro ve Libération gazetelerini takip etmeye çalışıyorduk. Bu "ithal" gazeteler oldukça pahalıydı ve üstelik neşir tarihinden ancak iki ya da üç gün sonra elimize ulaşabiliyorlardı. Buna rağmen, aramızda para toplayarak aldığımız bu gazeteler sayesinde başka bir ülkedeki insanların gündemini ve düşüncelerini izleyebildiğimiz için mutluyduk.
Bu gazeteler şimdi neredeyse elimizin altında. Bir çoğumuz bir kere bile web sitelerine girip "Fransa'da insanlar ne düşünüyor?" diye sormadık. ["Çocuklardık. Parlak yıldızlardık o zaman." /Meral Özbek - Yeni Türkü - Günebakan] Kaza eseri girdiğimiz yabancı ülke gazetelerinin web sitelerinde de, ancak "Türkiye hakkında ne yazmışlar?" sorusuna takıldık. Oysa o adamın herhangi bir konuda ne düşündüğünden çok, neden öyle düşündüğünü kavramak çok daha geniş bir bakış açısının başlangıcı. Bunu unuttuk. Bu adamlar hangi şarkıları dinler? nelere güler?
[Yukarıdaki sözler, olanak ve kaynakları olduğu halde bunları kullanmayanlara. Ana dilinizden başka dil bilmiyorsanız, dünyayı anlamak için başkalarının yorumlarına gereksinim duyuyorsunuzdur; yukarıdaki içerikten sorumlu tutulamazsınız ama durumunuz "İyi değil! İyi değil!".]
Oysa kültür tek boyutlu olmaz ve siyasi haritadaki sınırlardan pek az etkilenir. Kültürün en zayıf noktası ise dildir. Churchill "Bir milleti yok etmek isterseniz dilinden başlayınız." diyordu çünkü birbirini asgari düzeyde anlayamayan hiç bir topluluğun dağılmamasına olanak yok. Uzaklaştıkça diller başkalaşır, dil başkalaştıkça uzaklık artar. Artık "yeterince uzakta" olduğumuzu düşündüğümüz zaman, bir de bakarız ki bizi bizden başka kimsenin alkışlamadığı bir dünyada kendi kendimize kralcılık oynuyoruz. Bu durum değişmedikçe "kim çekerse oraya sürüklenen milyonlarca tüketicisi olan koca bir pazar" durumundan bir adım ileri gidemeyiz.
Bu kadar laftan sonra, şimdi size soruyorum sayın okur, Manos Hacidakis'i bilir misiniz?
Yanıtınız "evet" ise, Türkiye'de çok küçük bir azınlık içinde olduğunuzu da zaten biliyorsunuzdur. Yüzyıllarca birlikte yaşamış insanların kültürlerinin de ortak olması şaşırtıcı değil ancak bırakın Yunanistan'daki kültürel gelişmeleri, hemen hemen aynı sözlerle konuştuğumuz, dili şarkılı Azerbaycan'daki gündemi bile izlediğimiz pek söylenemez. Bir kaç müzisyenimizin Yunan müzik çevreleriyle ciddi temasları olmuştur; kabul ancak yetersiz. Bir çok Yunanca şarkının "hakkını veren" Türkçe aranjmanları yapıldı ama biliyor musunuz, belki çok daha fazla Türkçe şarkı Yunan diline çevrildi. Çok daha fazlası çevrilebilirdi ancak Yunanlılar da bizim gibi "kendi küçük dünyalarını tüm dünya sanmak" derdinden mustaripler. Yine de bu konudaki yerlerinin bizden ileride olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bizim Manos Baba eşdeğeri müzisyenlerimizin hepsi gerekli çevrelerde iyi biliniyorken, bizim Manos Baba'yı az biliyor olmamız bile bunun bir göstergesi olabilir. İfadelerde birinci çoğul şahıs kullanmak durumundaydım zira bunlar benim için de geçerli; ben de Manos Baba'nın müziği ile "yarı-tesadüfen" tanışma fırsatı bulmuştum.
Başka bir babanın, Jorj Baba'nın (Georges Moustaki) çok sevdiğim "le facteur" şarkısının bestecisinin "Manos Hadzidakis" adında, adından Yunanlı olduğu belli biri tarafından bestelendiğini öğrendiğim gün hem şaşırmış hem de utanmıştım çünkü yıllar boyunca bu şarkıyı "Jorj Baba bestesi" olarak dinlemiş, çalmış, söylemiş ve şarkının öyküsünü de herkese öyle anlatmıştım. "Bu yaşa geldim; ben bunu nasıl bilmem!" kızgınlığının da eşliğinde, artık Hacidakis'i biraz da olsa öğrenmeye mecburdum. En azından belli-başlı eserlerini bilmeli, bence en eğlencelisi olan "şeyleri birbirine bağlama" oyununa yeni malzeme eklemeliydim. Bir sürü vasat müzisyen için olduğu gibi, kabaca 15-20 dakikama mal olacağını tahmin ettiğim bu girişimin, sonraki iki günümü yiyeceğini o anda bilmiyordum. Dinlediğim daha ilk yapıtta sert kayaya çarptığımı anladım ama iş işten geçmiş, bir kaç yapıt daha dinledikten sonra Hadzidakis benim için "Manos Baba" oluvermişti.
Baba'nın her eseri ayrı bir inceleme hak ediyor. Ben "birinci geleneksel" Hacidakis yazım için, besteleri arasında bana en çok hitap eden "Kemal"i seçtim. Yeri gelmişken buradan sesleniyorum: Sayın eski ve yeni Yeni Türkü üyeleri, Ezginin Günlüğü üyeleri, Sayın Zülfü Livaneli, Sayın Candan Erçetin, Sayın Sezen Aksu, Sayın Sertab Erener, Sayın Bülent Ortaçgil, Sayın adını anmayı unuttuğum diğerleri: Bu şarkıyı nasıl oldu da ıskaladınız? Üstüne Türkçe söz uydurup söylenen bir çok Yunan şarkısından fazla tutacağı kesin.
Şarkı Albaylar Cuntası döneminde, Manos Baba'nın (d. 1925 ö. 1994) sürgünde olduğu 1967-1974 dönemi ürünü. Özgün sözleri Yunanca ama ilk olarak "New York Rock &Roll Ensemble" ile birlikte, Amerikan dinleyicisi için Amerika'da, İngilizce sözlerle kaydedilmiş. Ben sizin için hem Yunanca, hem İngilizce, hem de başka başka tarzlarda yorumlardan bir seçki yapmaya çalıştım. Hepsini dinleyince hak
vereceksiniz: "Kötü müzik türü" yok, "kötü ezgi" ve "kötü düzenleme" var.
Yunanca bir yorumdan başlamak isterim. Sözler Nikos Gatsos'a ait. O Gatsos ki, 1911'de Yunanistan'da doğup ilk mektebi bitirdikten sonra liseyi Trablus'ta okumuş, sonra Atina'ya yerleşerek üniversitede edebiyat, felsefe ve tarih çalışmış, İngilizce ve Fransızca'yı iyi derecede bilen, Avrupa'daki edebi akımları takip eden, özellikle Lorca'dan olmak üzere, pek çok tiyatro çevirisi yapmış bir şair. Yayınlanmış tek şiir kitabı "Amorgos" 1943 yılında çıkmış ve günümüzde de önemli kabul ediliyor ve "Helen temalar üstüne gerçeküstü" yaklaşımıyla sıklıkla alıntılanıyor. Theodorakis, Hadjidakis ve Xarhakos, şarkı sözü verdiği müzisyenlerin başında geliyor. 1992 yılında aramızdan ayrılan Gatsos, bakalım bu müziği duyunca neler yazmış? Önce özgün metin, sonra İngilizce çevirisi:
Ακούστε τώρα την ιστορία του Κεμάλ
ενός νεαρού πρίγκιπα της Ανατολής
απόγονου του Σεβάχ του Θαλασσινού
που νόμισε ότι μπορούσε ν’ αλλάξει τον κόσμο.
Αλλά πικρές οι βουλές του Αλλάχ
και σκοτεινές οι ψυχές των ανθρώπων…
Στης Ανατολής τα μέρη μια φορά κι έναν καιρό
ήταν άδειο το κεμέρι, μουχλιασμένο το νερό.
Στη Μοσούλη, στη Βασόρα, στην παλιά τη χουρμαδιά
πικραμένα κλαίνε τώρα της ερήμου τα παιδιά.
Κι ένας νέος από σόι και γενιά βασιλική
αγροικάει το μοιρολόι και τραβάει κατά κει.
Τον κοιτάν οι βεδουίνοι με ματιά λυπητερή
κι όρκο στον Αλλάχ τους δίνει πως θ’ αλλάξουν οι καιροί.
Σαν ακούσαν οι αρχόντοι του παιδιού την αφοβιά
ξεκινάν με λύκου δόντι και με λιονταριού προβιά.
Απ’ τον Τίγρη στον Ευφράτη κι απ’ τη γη στον ουρανό
κυνηγάν τον αποστάτη να τον πιάσουν ζωντανό.
Πέφτουν πάνω του τα στίφη σαν ακράτητα σκυλιά
και τον πάνε στο Χαλίφη να του βάλει τη θηλιά.
Μαύρο μέλι, μαύρο γάλα ήπιε ‘κείνο το πρωί
πριν αφήσει στην κρεμάλα τη στερνή του την πνοή.
Με δυο γέρικες καμήλες, μ’ ένα κόκκινο φαρί
στου παράδεισου τις πύλες ο προφήτης καρτερεί.
Πάνε τώρα χέρι-χέρι κι είναι γύρω συννεφιά
μα της Δαμασκού τ’ αστέρι τους κρατούσε συντροφιά.
Σ’ ένα μήνα, σ’ ένα χρόνο βλέπουν μπρος τους τον Αλλάχ
που απ’ τον ψηλό του θρόνο λέει στον άμυαλο Σεβάχ:
Νικημένο μου ξεφτέρι δεν αλλάζουν οι καιροί
με φωτιά και με μαχαίρι πάντα ο κόσμος προχωρεί.
Καληνύχτα Κεμάλ. Αυτός ο κόσμος δε θ’ αλλάξει ποτέ. Καληνύχτα…
-------------------------------
Hear now the story of Kemal
A young prince from the East
A descendant of Sinbad the Sailor,
Who thought he could change the world.
But bitter is the will of Allah,
And dark the souls of men …
Once upon a time in the East,
The coffers are empty, the waters are stagnant.
In Mosul, in Basrah, under an old date-palm,
The children of the desert are bitterly crying.
A young man of ancient and royal race
Overhears their lament and goes to them.
The Bedouins look at him sadly
And he swears by Allah that things will change.
When they learn of the young man’s fearlessness,
The rulers set off with wolf-like teeth and a lion’s mane.
From the Tigris to the Euphrates, in heaven and on earth,
They pursue the renegade to catch him alive.
They pounce on him like uncontrollable hounds,
And take him to the caliph to put the noose around his neck.
Black honey, black milk he drank that morning
Before breathing his last on the gallows.
With two aged camels and a red steed,
At the gates of heaven the prophet awaits.
They walk together among the clouds
With the star of Damascus to keep them company.
After a month, after a year, they find Allah
Who, from his high throne, tells foolish Sinbad:
‘O my vanquished upstart, things never change;
Fire and knives are the only things men know.’*
Goodnight, Kemal. The world will never change. Goodnight…
--------------------------------------------
Artık şarkıyı dinleyelim mi?
Kemal - Savina Yannatou
Yannatou ülkemizde az da olsa bilinen Yunanlı müzisyenlerden. "Nev-i şahsına münhasır" sesi, bizi şarkıdaki masalın içine biraz daha çekiyor. Bu Yunanca versiyona "orijinale en yakın" dersek herhalde yanılmış olmayız.
Hemen ardından bir başka favorim, İngilizce versiyonla Raining Pleasure geliyor. Bunlar da sağlam bir grup. Diğerlerinin yanında, Abba'dan "Dancing Queen" coverları da dinlemeye değer.
İngilizce versiyonun sözleri şöyle:
This is the story of foolish Prince Bass Fiddle and wise Jerry Kemal.
As you remember, last time, the Prince was found without a dime on the Ponce Valdez while Jerry
watched from a tree...
In the land of Ali Baba near the Sea of Babalee,
Lived a man who played the zither with a pronoun on his knee.
He would dance among the fuzzy trees and bring the birds to life
And his name was Prince Bass Fiddle and he loved his ugly wife.
He would sing the songs of Lutvee in his very special way
And he puffed tea with his lumpy head and sleep all night and day.
With his turban and his leicester faced the thieves of Germany
But beware great Prince Bass Fiddle, you´ll be hanging from a tree.
Fifty days and nights they waited for a sign from old Ratan
To pretend to wear the colours of the Emperor Charlie Chan.
So they strolled into the forest with a song and energy
To find bay leaves in the cauldron of the mad witch Betty Lee.
Came the answer from a leaf top that was found upon the ground
"Only time and Prince Bass Fiddle will repair your bellies round.
Search the highlands search the lowlands, cruise the Sea of Babalee,
But remember that your children need the food from filigree."
Then one day in Abalone came a messenger to say
That onion-head Bass Fiddle broke in half no more to play.
Will we lose our land of Lutvee to the bearded men of Cleaves?
Only miracles can save us and some tricks inside our sleeves.
From the sky there was an answer to the question of the plebes
"You will meet a tall dark stranger wearing black and blue cannives.
Who is Lucy, who is Nestor? We should only be there now.
Why it's Aphrodite Milton and his keeper Prince Kemal.
Bu yorumların ardından, parçanın ilk kaydı olan New York Rock&Roll Ensemble yorumunu dinleyelim.
Ve son olarak, adını bilmediğim Yunanlı genç, bakın nasıl mahir çalıyor:
Demek buraya kadar okudunuz ve dinlediniz! Bunca şeyin içinde, aşağıdaki soruların yanıtları yok. Büyük olasılıkla Google'da da yoktur. Ben "çok güzel yanıtlar buldum ama sayfanın kenarında yazacak yeterli yer yok."
1. Şarkıda geçen "Sea of Babalee" nedir, nerededir?
2. Şarkıda geçen "Lutvee" nedir?
3. "Zethar" nasıl bir enstrümandır?
Bugün Saatli Maarif kalabalık. Şarkılar yazının alt kısmında.
Günün Teması: Satori
Vikipedi maddesi: "Satori (悟 Japonca: satori; Çince: wù) sözcüğü uyanıp aydınlanma anlamına gelir; Zen Budizmin temel amaçlarından biridir. Aslında Sakyamuni Buddha'nın Gaya'daki Bodhi ağacı'nın altında aydınlanması olayını anlatmak için kullanılan tam ve aşılamaz aydınlanma (Sanskrit: anuttara-samyak-sambodhi) kavramıyla eş anlamlıdır."
Zen kavramları arasında "satori deneyiminden" söz edilir. İlhan Güngören, "Zen Budizm: Bir Yaşama Sanatı" adlı kitabında Satori'yi, Nazım Hikmet'in "Bugün Pazar" şiirinden örnekliyordu:
Günün Şiiri - 1: Bugün Pazar
"Bugün pazar. Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün
bu kadar benden uzak
bu kadar mavi
bu kadar geniş olduğuna şaşarak
kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum,
dayadım sırtımı duvara.
Bu anda ne düşmek dalgalara,
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben...
Bahtiyarım..."
Ben de bu pazar, bir Ümit Yaşar Oğuzcan şiiri ve üstüne Timur Selçuk bestesiyle örneklemeye çalışacağım:
Günün Şiiri - 2: Beyaz Güvercin
"Süzülüp mavi göklerden yere doğru Omuzuma bir beyaz güvercin kondu Aldım elime, usul usul okşadım Sevdim, gençliğimi yeniden yaşadım Bembeyazdı tüyleri, öyle parlaktı Açsam ellerimi birden uçacaktı Eğildim kulağına; dur, gitme dedim Hâreli gözlerinden öpmek istedim Duydum; avuçlarımda sıcaklığını Duydum; benden yıllarca uzaklığını Çırpınan kalbini dinledim bir süre Ve uçmak istedim onunla göklere Ak güvercinin iri gözleri vardı Güzelliğinden fışkıran bir pınardı Soğuk sularından içtim, serinledim Çağlayan bir nehrin sesini dinledim Belki buydu sevmek hayat belki buydu Işıl ışıldım, gözlerim dopdoluydu Bir nağme yükseldi sevinçten ve hazdan Bir nağme yükseldi, güzelden beyazdan Uzattı sevgiyle pembe gagasını Birden öğrendim hayatın mânâsını Kaderde sevgiyi sende bulmak varmış Seninle bir çift güvercin olmak varmış"
Günün Şarkısı - 1: Beyaz Güvercin
Bu pazar günü, bu kadar pazar temasının içinde, Vasilis Tsitsanis ve Yeni Türkü'nün ayrı ayrı seslendirdikleri Bulutlu Pazar / Sinefiasmeni Kriaki şarkısını da günün bonusu olarak ekliyorum:
Günün Şarkısı - 2: Bulutlu Pazar / Sinesfiameni Kiriaki
Günün Teması: Haydar
Haydar, söylenişi oldukça tok bir söz. "Haydaaar!" diye ünlemek bilhassa zevklidir; evde tek başınıza deneyiniz. İlk anlamı "aslan" (Ar.). TDK sözlüğü bu bağlamda, "cesur, yiğit kimse" anlamında kullanıldığını da belirtiyor. Dördüncü (ya da Şii kaynaklara göre birinci) İslam Halifesi Ali'nin lakabı da Haydar.
Bunların yanında, bu kadar tonlu bir sözcüğün ikincil anlamlarının ortaya çıkması da doğal. Muhtemel bir kavgada kullanmak için el altında tutulan kalın sopalara halk arasında "haydar" adı verilir. İngilizler ve Amerikalılar zaman içinde bu olguyu medeniyete uygun hale getirmeye çalışmış olacaklar ki, kriket ve beysbol isimli iki oyun türetmişler ve böylece hazır haydar üretimini usa uydurabilmişlerdir. Bu ithal haydarlara "beysbol sopası" adı verilir. Ayrıca bu sözcük "rüzgar" , "yel" anlamında da kullanılır.
Günün Şarkısı: Haydar Haydar
Bir çoğumuz, sözleri Aşık Sıtkı Baba'dan alınan "Haydar Haydar" türküsünü, 2006 yılında yitirdiğimiz ve ismi Ankara'da bir parka da verilmiş olan sanatçı Ali Ekber Çiçek'ten biliyoruz. Aşağıdaki bu çok temiz yorum ise, müziğin sınırlarını her daim zorlayan sanatçı Hasan Cihat Örter tarafından gitar için düzenlenmiş ve sizi bir kaç dakikalık bir "dünyevi dertlerden arınma" oturumuna çağırıyor.
Günün Şiiri: Eski Yazların Resmi - Haydar Ergülen
senin bir tek resmin var bende
durmuşuz eski bir yazın önünde
sıcak yaz terli duygular eriyen bir aşk
düşündüm de eskitmişiz birbirimizi
o resmin benzersiz mutluluğu inceldikçe.
Günün Yemeği: Haydari
Malzemeler:
Bir miktar süzme yoğurt
Göz kararı rendelenmiş beyaz peynir
Bir diş kadar sarmısak (Esasında "illa bir diş olacak" diye bir şey yok. Kafanıza göre koyun işte)
Bir fiske kadar kuru nane
Buna dereotu koyanlar da var ama ben sevmem, tavsiye de etmem.
Yapılışı:
Derince bir kaseye dökün yoğurdu; üstüne ince rende beyaz peyniri ekleyerek peynir ezilene kadar çatalla bastırarak karıştırın. (Erkekseniz bir yerden mutlaka bir mutfak robotu edinin. Bu tür işlerde son derece yararlı. Biliyorum, fazladan bulaşık çıkıyor ama değer).
Bilahare bu karışıma naneyi de ekleyerek biraz daha karıştırın.
Biraz buzdolabında dinlendirmek iyi olabilir ama rakının yanına gidecekse fark etmez; direkt servis de yapabilirsiniz.
"Birçok kişi, satrançta şans faktörünün olmadığından söz eder. Bunlar gereksiz sözlerdir çünkü satrançta şans vardır ve çok belirleyici bir unsurdur."
Satrançtaki şans, "şans eseri kazanmak" değil, "şans eseri kaybetmek" şeklinde tecelli eder. Bu husus bir yol idrak edildikten sonra, bahsin geri kalanı hakkında etraflı fikir sahibi olmak hayli kolay olacak.
TDK web sitesine "şans nedir?" diye sual ettiğimizde "Mantıkla açıklanamayan birtakım rastlantısal olayların nedeni olan güç, baht, talih, felek." cevabını alıyoruz. Buradaki anahtar kelam "mantıkla açıklanamayan" ve "rastlantısal". Elbette satrançta - zarla oynanan ve memleketimizde "zartranç" tabir edilen bir satranç varyantı mevcut olsa da - zar yok lakin oyuncular insan. İnsan zaman ve mekanın sınırları kadar hür ve hürriyeti nispetinde hata yapmaya mütemayil.
Esasen biraz tefekkür ettiğimiz vakit, "rastlantısal" vak'aların da mantıkla basit izahları olduğunu lakin bu fasıl izahların, ilim eksikliğinden mütevellit akla tez gelmediğini tespit edeceğimiz aşikar.
Misal, bir tatil beldesinde çok eski bir üniversite arkadaşınıza tesadüf edebilir ve ziyadesiyle şaşırabilirsiniz. Oysa o kişi okuldan arkadaşınız olduğuna göre muhtemelen hem meslektaşınız hem de benzer zevkleriniz var ve aynı tarihlerde tatile çıkmanız da çok şaşırtıcı değil. Ardında yatan ahvalin nazari ve ameli cenahlardan teferruatlı tetkiki neticesi, fevkalade şaşırtıcı intiba arz eden kimi vak'anın, haddizatında ne kadar sarih esbaba sahip olduğu sarahaten müşahade edilebilir.
Satrançta "şans eseri kazanmak", ancak "çok karışık bir varyantın sonuna kadar hesaplanmasının pratikte mümkün olmadığı durumlarda bir hamleyi diğerine tercih edip kazanmak" gibi bir kaç istisnai durum dışında pek görülen şey değil ama "şans eseri kaybetmek" sıkça görülür. Burada altın kural iki geçerlidir:
Altın Kural İki: Sağlam bir adamın satrançta yenildiği görülmemiştir.
Sözün aslı şudur: "Bunca yıldır oynuyoruz, bir sağlam adam yenemedik!"
O koskoca kuvvetli, mahir ve cevval rakibiniz, sizin gibi bir kekliğe durup dururken yenilecek değildir ya! Muhakkak bir nedeni vardır: Karıyla-kocayla kavga edilmiştir, zaten onun dırdırı yüzünden çok içilmiştir, gece uyku yalan olmuştur, kahvaltı edilememiştir, işe geç kalınmıştır, gaddar patrondan fırça yenilmiştir, mesaiden geç çıkılmıştır, halk otobüsü çamur sıçratmıştır (bu bahane "halk otobüsü" iledir. "belediye otobüsü" versiyonu hiç kayda geçmemiştir) , yorgunluk, sinir, üzüntü, sevinç, doğum günü, cenaze, okul, vize, final, zaten ilaçlar uyku yapıyordur, doktora danışmanını ara ki bulasındır, ah gençlik günleri nerededir, o varyantta çıkan yeniliğin olduğu veritabanı güncellemesi bozuk çıkmıştır (bunun arkaik versiyonu da "Informator'un o sayfası yırtıktı hocam"dır), kan şekeri düşmüştür, gastriti azmıştır, falandır, filandır.
["Satrançta yenilme bahaneleri" bir çok sohbetin konusu olmuştur ve burada incelemek bu yazının boyutlarını aşar. Yine de, gerçekten işe yarayan ve dünya üstünde ses bulduğu andan bu yana refüte edilemeyen tek bahane "Yanlış oynuyorsun, bizi de yanlış oynatıyorsun!"dur. Sadece bu bahane işe yarar. Diğer bahanelerin tümü, salt rakibin egosunu biraz daha şişirir.]
Anlaşıldığı gibi, insan egosu kaybetmeyi kabullenemiyor ve bu olguyu mutlaka başka sözcüklerle ifade ederek gerçekliğiyle yüzleşmekten kaçınmaya çalışıyor. Satranççı egosu hem sizin bu yazıyı okumaya başlama nedeniniz, hem de kazanca giden altın yol. Satranç oyununda kazanmak istiyorsunuz. Egonuz, size zafer kazanmanızı, rakibinizi sefil bir böcek gibi ezip geçmenizi söylüyor. Böylece altın yoldaki altın kapılardan ilkini açan altın anahtara ulaşıyoruz: İnsan psikolojisi.
Bu öğretiden feyz alabilmek için iki suali kendi açınızdan cevaplamanız iktiza ediyor. İşbu suallere verilecek cevaplar, evvela müdafaa-i ruhi-i şahsiniz, saniyen rakiplerin tahlil-i halet-i ruhiyesinde isabet cihetinden bilhassa ehemmiyet arz ediyor:
1. Nasıl biriyim?
Ne kadar hırslısınız? Çabuk sinirleniyor musunuz? Olaylara nesnel bakabiliyor musunuz? Psikolojik sorunlarınız neler ("Benim psikolojik sorunum yok elhamdülillah" demeyin. Mutlaka vardır da siz bilmiyorsunuzdur.) ? Takıntılarınız var mı? Uğurlu addettiğiniz eşya var mı? Baskı altında karar verirken sık hata yapıyor musunuz? Sağlığınız nasıl? Saldırganlığa eğilimli misiniz? Kronik bir rahatsızlığınız ya da sürekli kullandığınız ilaçlar var mı? Yaşamınızda mutlu musunuz? Ailenizle ya da başkalarıyla sorunlarınız var mı?
Bu soruları boş bir kağıda teker teker yazıp, altlarına da -dürüstçe- yanıtları yazın. (Ne yazık ki "Olaylara nesnel bakabiliyor musunuz?" sorusuna verilecek "evet" ya da "hayır" yanıtları, aslında sorunun doğru yanıtı hakkında belirleyici ve açıklayıcı olamayacak. Bir düşünün bakalım, neden?)
Yazdıklarınızın bazılarının değiştirilebileceğini veya düzeltilebileceğini, diğerlerinin ise değiştirilemeyeceğini göreceksiniz. Eski bir duaya göre akıl, bu değiştirilebilecek şeylerle değiştirilemeyecek şeyleri birbirinden ayırt edebilme yeteneği.
Düzgün satranç oynayabilmek için kafanın rahat olması gerektiği genel olarak doğrudur. Örneğin o maçı kaybettiğiniz gün gerçekten eşinizle kavga etmiş olabilirsiniz. Bu elbette performansınızı etkileyecektir. Münakaşa potansiyeli olan zamanlarda mümkünse turnuva oynamamak ya da bu süre zarfında tartışma çıkmaması için önlem almak en iyisidir. Bunlar tabii misal kabilinden ve sizin için işe yarayabilecek çözümü de yine sizin kişiliğiniz belirliyor. Vakıa, bu misaldeki aksiliği bertaraf edebilmek için en tesirli yolun da peşinen, hiç evlenmemek olduğu aşikar. Bu da bizi ikinci ve üçüncü suallere getiriyor:
2. Ne istiyorum?
Satrançta kazanmak. Bunu biliyoruz. Ayrıca mutlu bir evlilik? Mutlu bir bekarlık? Bol para? Huzur? Heyecan? Tutku?
3. İstediklerim için neleri feda etmeye hazırım?
Üstteki soruya farazi bir yanıt: "Gasparov gibin şahmat gediş yapam, cebimde çil çil gızıllar ola, arvadımın gözleri hurilere, dudaxları meleklere oxşaya."
Gerçeği bedel belirler: Kasparov gibi satranç oynayabilmek için ne bedel ödemeliyim ve o bedelin karşılığı bende var mı? Örneğin kendime bakıyorum ve yaşımın artık bırak Kasparov'u, GM olmak için bile geç olduğunu düşünüyorum. Benle GM unvanı arasında duran şey yalnız ve yalnız bu düşünce, çünkü böyle düşündüğüm sürece GM olmak için hiç bir çaba sarf etmemeye devam ederim ve gün gelip arkaya baktığımda "düşüncemde haklı olduğumu" görürüm çünkü GM olamamışımdır!
Demek ki bu süreç içinde asıl bedel, düşünceyi değiştirebilmek için ödeniyor. Düşüncemi değiştirsem, düzenli satranç çalışabilmek için yaşamımın geri kalanının neredeyse tamamını feda etmem gerekecekti. Böylece, bu bedeli ödememek için fikrimi değiştirmekten kaçındım ve GM olamıyorum. Üstelik daha Kasparov'da kaldık; isteklerin sonraki bölümlerine geçemedik bile. Satrancın çok zaman istiyor olduğunu düşünmem bağlayıcı. Üstelik, kenardan satranç hakkında ahkam kesmek de en az oynamak kadar zevkli.
Sizin kişiliğiniz, istekleriniz, öncelikleriniz ve bunlar için vermeye hazır olduklarınız/olmadıklarınız mutlaka çok daha değişik olacaktır. İstekleriniz konusunda kendinizle uzlaşın. Dünya şampiyonasının muhayyilenizdeki mevki-i alini muhafazasında zarar yoktur ama evvela hedeflerinize vasıl olmak için kafi zaman ve maddi vasıtaya sahip olduğunuzdan emin olmak kaydıyla. Misal, 50 yaşında bir yandan haftada altı gün mesai yapıp, bir yandan da çocuk büyütüyorsanız, "hafta sonu turnuvasında ilk üçe girip amortiyi kurtarmak" sizin gibi bir zat için makul bir hedef teşkil edebilir, hatta bu hedef yılda bir-iki kez tutabilirse sizi ziyadesiyle mesut eder.
Diğer yandan, varoluş amacı kazanmak olan ve bunun için gerekli vakit, irade ve enerjiye gerçek bir mücadele insanıysanız, bu yazının devamı özellikle sizin için.
Altın Kural Üç: Kendini rakipten ve rakibi kendinden iyi tanımak hedefe uçan ok gibidir.
İnsanlar arasında oynanan satranç tamamen psikoloji üstüne kurulu bir oyundur ve her satranççının, insan doğası hakkında fikir sahibi olması elzemdir -ki kendi eksiklerini kapatabilsin ve rakibinin eksiklerine odaklanarak, onu kaplanın ceylanı devirdiği gibi yere çalabilsin. Karşınızda ruhen çırılçıplak duran bir rakipten daha şanssızı yoktur. O şüphesiz baştan kaybetmiş sayılır, ancak belirli bir sıkıntısı olduğunu bildiğiniz rakibe, masa başında ne yapabilirsiniz de kazanç şanslarını azaltabilirsiniz ki?
Altın Kural Dört: Turnuva satrancı iki aşamalı bir oyundur.
Rekabete dayalı bir çok sair disiplinlere ait müsabakalarda olduğu gibi satrançta da, rakibin belli olması ile karşılaşmanın başlaması arasında bir süre var. Hızlı satranç ya da yıldırım turnuvalarında bu süre dakikalarla sınırlı olabileceği gibi, pek çok durumda sonraki tura ait eşlendirmeler hemen tur sonrasında belli olur ve turnuvada her gün bir tur oynandığını var sayarsak, bu size hazırlık için en az yarım gün verir. Her durumda, maç aslında eşlendirmeler belli olduğu anda başlar. Tur vakti geldiğinde masa başına oturulup siyahlar saati çalıştırdığında hazırlık aşaması sona erer ve vuruşma aşamasına geçilir. İmdi iki hasım için maharetlerini ortaya dökmek ve sefil rakibi satranç tahtasına gömmek zamanı ama devam etmeden önce, hazırlık aşamasını daha yakından inceleyelim.
Altın Kural Beş: Exitus acta probat.
İlk kuralı anımsayalım: "Usta her zaman şanslıdır" ve şansı da büyük ölçüde, eşlendirmelerin belli olmasıyla maçın başlaması arasındaki süreye yayılan hazırlık aşaması belirler. Oyuncularda ekseriyetle bu merhaleye lüzum hasıl olan itinayı göstermeme temayülü müşahade edilir, halbuki bu merhale asgari oyunun kendi kadar, belki daha da ziyade misliyle ehemmiyet arz eder.
Hazırlığı iki ayrı katmanda inceliyoruz:
1. Kısa vadeli hazırlık. Yakın gelecekte (çoğunlukla ertesi sabah) karşılaşılacak rakibi mercek altına alan çalışmaları kapsıyor.
2. Orta ve uzun vadeli hazırlık. Turnuva öncesinde ya da herhangi bir başka zamanda, muhtemel rakiplerle ilgili her türlü bilginin toplanıp sınıflandırılması çalışmalarını kapsıyor.
Günümüzde her şey veritabanlarında. Siz, beyazlarla önünüze gelene Stonewall Atak, Trompovski, Colle ya da Şah-Hint Atak türü "çaya-çorbaya limon" bir açılış repertuvarını dayayıp gül gibi geçinip gidiyor, arada bildiğiniz bir tema denk geldiğinde kuvvetli sayılabilecek oyunculardan yarım ya da bir puanlar koparabiliyor ve teorideki gelişmeler ile rakipleri takip etmiyor olabilirsiniz ancak belirli bir oyun düzeyinin üstünde (hatta altında) hemen herkesin, tüm muhtemel rakiplerini günü gününe takip ettiklerini göreceksiniz. Bilgisayar ve Internet, satrancın romantik tarafını silkeleyip atmış durumda. Önce ajurne tarihe karıştı, akabinde satranç çalışma biçimleri evrildi. Çok değil, daha yirmi yıl kadar önce yapılan hummalı ajurne analizleri de, bir FM'nin bir maçını izleyebilmek için kent içinde yirmi kilometre gidilip dönülen yollar da, hakemden notasyon kağıtlarını alıp ertesi günkü rakibinin açılış repertuvarını kestirmeye çalışarak hazırlık yapmaya uğraşmak da artık tarih oldular. Günümüzde evden hiç çıkmadan satranç çalışmak ve görece kuvvetli oyuncularla kapışmak mümkün. Bu durumun, satrancın içtimai tarafını baltalıyor olduğu aşikar. Heyhat. Yine de bu şerait, istediğimiz oyuncu hakkında hayli teferruatlı havadis cem edebilmemizi de mümkün -ve artık zaruri- kılıyor.
Rakibin mümkün mertebe her şeyini bilmek elzem. Bir üst maddeyle bir arada incelediğimizde, bir çok satranç partisinin sonucunun, aslında ikinci aşamaya geçmeden, henüz hazırlık safhasındayken hemen hemen kesin bir garanti altına alınmasına dair çaba, çalışmanızın eksenini teşkil etmeli. Öyle ki, rakip masada ancak "şans eseri" elinizden kurtulabilsin. Bunun için izleyeceğiniz yöntemler, kişilik yapınıza ve kazanmak için feda edebileceklerinize göre çeşit çeşit olabilir. Orta vadeli hazırlık sırasında mutlaka yapılması gerekenler şunlar: Turnuvaya katılan oyuncuların listesini önceden edinin ve özellikle muhtemel rakiplerinizin oyunlarını inceleyin. Hangi sistemleri seviyor, hangi konumlarda rahat oynuyor, hangi zamanlarda performansı zirveye çıkıyorsa, o zaman ve zeminin zıddını yaratmak için elinizden geleni ardınıza koymayın. Esasen, ideal olarak turnuvaya katılan tüm oyuncuları incelemek güzeldir, ancak pratikte bu her zaman mümkün olamayacağı için, en azından başlangıçta, muhtemel rakiplere hazırlanmak kafidir.
Bu hazırlık sırasında en fazla sorunu sıklıkla açılış değiştiren oyuncular çıkarır. Siz de uzun vadeli hazırlığınız sırasında alternatifli bir açılış repertuvarı hazırlamaya dikkat edin. Bunun yararını kısa ve orta vadeli çalışmalarınızda çok göreceksiniz. Muhtemel rakibiniz belirli bir sisteme sadık bir oyuncuysa, bir çok durumda daha maç başlamadan repertuvarında bulunabilecek bir "delik", size sonucu peşinen garanti edebilir. Elbet bunlar tüm satranççıların yapması gerekenler. Bir de, ancak bazı istidatlı oyuncuların muvaffak olabilecekleri daha ince hazırlıklar vardır ki neticesinde rakip daha ne olduğunu anlayamadan maçı kaybeder; hatta çoğu zaman maçtan sonra dahi, neden ve nasıl kaybettiğini anlamakta güçlük çeker. Bu tür hazırlık yöntemleri kuşaklardır ustadan öğrenciye sözlü olarak aktarılır ve böyle olması en uygunu. Yine de bu yöntemlerin ana hatlarını açıklamakta bir sakınca yok. Yine bir örnek üstünden gidelim: Zaman içinde fark ettiniz ki, bir rakibiniz maçtan önce kısa bir yürüyüş yaptığında daha iyi sonuçlar elde ediyor. Bu durumda yapmanız gereken, basitçe rakibin o yürüyüşü yapmamasını sağlamaktır. Bu anaç için kullanılan ileri manipülasyon teknikleri var ve bunlar ancak öğrencinin "yola girmeye" uygun olduğu usta tarafından anlaşıldıktan sonra, öğrenciye aktarılır.
Bu yazının içeriği elbette böyle etraflı bir konuyu incelemek için yeterli olmasa da, ana fikri aktarabilmek için yeterli olduğunu umarım. Rakibin şanssızlığının önünü açın, gerisi gelecektir!